10 Eylül 2020 00:09

Başımızın belası alışkanlıklar!

Türkiye Macaristan maçı

Fotoğraf: AA

Paylaş

Milli Takım'ın, UEFA Uluslar Ligi’ndeki ilk iki maçından sadece 1 puan alabilmesinin ardından, memleketin güzide (!) futbol yazarları tarafından dile getirilen yorumlar, oyunla ilgili bilgimizin ne kadar sınırlı olduğunu gösterdi bir kez daha. İşin tuhafı, sığlıklarının farkında değiller. Bu yüzden de gelişim kaydetme, seviye atlama gibi nafile hayaller kurmaktan vazgeçmiyorlar. Şurası net ki; sahanın içinde de, dışında da dalga geçilmeyi hak eden haldeyiz…

Futbolun, kolektif bir spor ve takım oyunu olduğu gerçeğini bir türlü algılayamıyoruz. Yorumcuların temel eleştiri argümanı oyuncuların bireysel performansı ve teknik direktörlerin oyuncu tercihi. Bunun dışında bildikleri başka ne var diye merak etmemek elde değil. Kazanıldığı zaman kahraman, kaybedildiği zaman ise günah keçisi yaratmak bildikleri en iyi iş. Onlara göre, galibiyet, illaki olağanüstü performans sergileyen oyuncu(lar) sayesindedir. Tersi durumda ise yenilginin sorumlusu olarak gösterilecek bir ya da birkaç oyuncu bulunur mutlaka. Teknik direktöre yönelik, özellikle kadro tercihinde yaptığı yanlışlıkları içeren akıl vermelerle eleştiri tamamlanır… Elbette teknik direktörler de, futbolcular da eleştirilir ancak bu, bilgiye dayalı argümanlarla yapılır. Bunlarınki eleştiri değil, hezeyan…

Oyunun temel ilkeleri, sahayı ve zamanı en verimli biçimde kullanma pratiği, taktiksel varyasyonlar ve sistemler hakkında değerlendirme yapabilecek bilgi olmayınca, geriye oyuncu tercihleri ve bireysel performanslar üzerine böyle abuk sabuk ahkam kesmek kalıyor tabii…

Sırbistan maçını anlatan spiker bile 10 kişi kalan rakip karşısında gol pozisyonu üretilememesini, iyi işler yapabilecek yeteneğe sahip yani kilidi bireysel performansıyla çözebilecek oyuncuların sezon başı formsuzluğuna bağladı. Bakış açısı hep aynı. Hep bir, sorun çözecek kahraman arayışı. Kafalar öyle şartlandırılmış ki, o anlarda rakip savunmayı aşabilmek için takım olarak farklı hücum varyasyonları ya da oynama biçimleri denemek gerektiği kimsenin aklına gelmiyor…

Macaristan maçından sonra Şenol Güneş, yenilgiyi oyuncuların yeterince istekli olmamasına bağladı ve üzerine bir de “Kaybetmemiz sistemle alakalı değil” lafını etti... Teknik direktör böyle konuşursa, diğerleri neler demez… “Kazanmak istiyorduk” klişesi de her zaman olduğu gibi Güneş’in açıklamasının baş köşesindeydi!.. Sırbistan maçından önce de, -her ne kadar alışkın olsak da- “Kendi oyunumuzu oynamak istiyoruz” klişesiyle örselendik!.. Acil olarak kurtulmamız gereken bir dolu klişe ve saha içi alışkanlığı var…

Her şeyden önce söylem bazında futbolu; oyuncuların oynama arzusu, isteği, iştahıyla ilişkilendirerek değerlendirme alışkanlığını terk etmemiz lazım. Arzu, istek, iştah ne demek? İşin psikolojik, duygusal faktörleri kastediliyorsa motivasyon kelimesini kullanmak doğru olur. Buna karşılık motivasyon, temel belirleyici faktör değildir. Ayrıca, elinden gelen mücadeleyi ortaya koyabilecek motivasyondan uzak olan bir futbolcu zaten baştan sahaya çıkmaz. Ne diye, göz göre göre hem kendisini, hem takımını sıkıntıya soksun ki? Başarısızlık durumunda takımla birlikte kendisinin de çok şey kaybedeceğini bilir…

Gelelim sisteme. Futbol kültürümüzde sisteme hiçbir zaman değer ve önem vermedik. Zaten toplum olarak genel anlamda planlı, programlı, sistemli çalışmayla aramız pek yok. Çünkü böylesi çalışma, irade ve yüksek sorumluluk bilinci gerektirir. İrade ve sorumluluk bilinci gibi kavramlar ise bizi sıkar...

Ama sistemden de önce oyunun temel ilkeleri ve alan-zaman kullanımı üzerinde yoğun biçimde çalışmamız ve bizi bu konuda modern futboldan uzak tutan köhne alışkanlıklarımızı söküp atmamız lazım…

En basitinden, futbolcuların topu ayaklarında gereğinden uzun tutma alışkanlığı, modern futbolda kesinlikle yeri olmayan çok ciddi bir arıza. Bu yetmezmiş gibi bir de orta alanda topu kendi arkadaşının üzerine doğru sürme durumu var ki ilkelliğin daniskası. Bütün bunlar, futbolcuların herhangi bir taktik, sistem çerçevesinde değil, tamamen kafalarına göre, içlerinden geldiği gibi oynadıklarının göstergesi. Teknik direktörler ve futbolcular, günümüzün yüksek tempolu futbolunda topu ayaktan bir an bile gecikerek çıkarmanın, oyunun kaderini etkileyecek kadar büyük bedeller yaratabileceğini öğrenmişe benzemiyorlar...

Arızalı alışkanlıkların üstesinden gelinemediği sürece takımı gençleştirmenin de bir anlamı olmuyor. Çünkü genç oyuncuların da aynı alışkanlığa sahip olduğu görülüyor. Temel oyun ilkesinin; oyuncunun topla birlikte gitmesi değil, topun gitmesi ve oyuncunun da topsuz koşuyla kendisine boş alan yaratması olduğunu öğrenemediğimiz/özümseyemediğimiz sürece işimiz zor…

14-16 yaş grubundan başlayarak çağın gerçeklerine uygun bir futbol anlayışı ve yepyeni bir futbol kültürü geliştirmek şart. Lakin mevcut tabloya bakınca, bunu gerçekleştirebilecek donanımda teknik direktörlerin olup olmadığı konusunda da şüpheye düşüyor insan...

Göz göre göre faul yapıp sonra da hakeme “Ben bir şey yapmadım” diye itiraz eden vasat zihinli, şımarık, ahlaksız oyuncularla alınacak yol belli…

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...