02 Ağustos 2020 00:58

Gerçeği anlamanın yolu; konuşana değil konuşturana bak!

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş fetih kılıcıyla Ayasofya'da hutbe verirken

Fotoğraf: AA

Paylaş

24 Temmuz’da Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi cumasında minbere kılıçla çıkan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Kurban Bayramı hutbesinde de minbere kılıçla çıktı!

“Kılıçla” minbere çıkmak, bir Osmanlı geleneği olarak sunuluyor. Böylece basit bir “sembol” olduğu, “barış alameti” olduğu propaganda ediliyor. Ama buna, ülkemizde son yıllarda olup bitenleri izleyen hiç kimse inanmıyor. Çünkü eğer, Osmanlı’da kılıçla minbere çıkmanın özel bir anlamı yoksa bile, yüzüncü yılına üç yıl kalmış anayasasında hâlâ laiklik yazan Cumhuriyet’in Diyanet İşleri Başkanının Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi gösterisine dönüştürülen cuma namazında kılıçla minbere çıkması basit bir tarihe selam gönderme olarak yorumlanamaz.

Çünkü, Erdoğan-AKP iktidarının yeni Osmanlıcı amaçlar etrafında İhvan başta olmak üzere radikal İslamcı odaklarla ilişkileri, İslam ülkelerinde girişilen operasyonlar, IŞİD ve el Kaide’nin dünyaya verdiği kılıçlı mesajlar... dikkate alındığında Diyanet İşleri Başkanının kılıçla minbere çıkması elbette ki tüm dünya tarafından, “İslam’ın kılıcı”, fetihçiliğin, cihadizmin, Ortaçağcı yaşam tarzının dünyaya yayılmasının sembolü olarak görülecektir, öyle de görülmektedir.

ERBAŞ TARTIŞMAYI DERİNLEŞTİRMEK VE YAYMAK İSTİYOR

Dahası Erbaş’ın Ayasofya’nın camiye dönüştürülme “cuma”sında minbere kılıçla çıkması ve hutbede resmi metnin dışına çıkarak, huşu içinde, "Fatih Sultan Mehmet Ayasofya'yı cami olması için vakfetti. Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar! Vakfedenin şartını çiğneyen lanete uğrar" diyerek, 1934 yılında Ayasofya’yı müze yapan hükümeti ve Atatürk’ü lanetleyen konuşması geniş bir tepki gördü, CHP başta olmak üzere muhalefet partileri ve kamuoyunda Ali Erbaş’ın istifa etmesi, etmezse görevden alınması için çağrılar yükseldi.

Ancak bu eleştirilere karşın Erbaş, Ayasofya’nın ibadete açılması nedeniyle “Müslüman dini liderlere” gönderdiği mektupta, “Hamdolsun bugün Ayasofya’nın fetreti sona ermiştir. İnşallah Ayasofya’nın dirilişi, Mescid-i Aksa’nın da özgürlüğe kavuşmasının habercisi olacaktır... Onun bu dirilişi, bir ümit kaynağı, medeniyetimizin yeniden yükselişinin de ilk işareti olacaktır” biçimindeki sözleriyle de birlikte ele alındığında, Erbaş’ın 24 Temmuz’da kılıçla minbere çıkıp Atatürk’ü ve hükümetini lanetleyen konuşmasının sonrasında ortaya çıkan tepkileri umursamadığı gibi; tersine bu tartışmayı derinleştirip yaygınlaştırmayı amaçladığı da anlaşılmaktadır.

Çünkü Erbaş’ın açıklamalarının, hutbeyi kılıçla okumakta ısrar etmesinin başka bir mantıklı açıklaması yoktur.

TARTIŞMA, HİLAFET VE KADINLARA SALDIRIYA KADAR UZANDI

Nitekim bu tartışma kendisini, hızla en gerici güçlerin malum ajandalarını da sahneye sürmeleri olarak yansıdı.

Nitekim, Akit gazetesinin yazarı ve her şeyi olan Abdurrahman Dilipak, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasına karşı olanları fahişelikle suçladı.

Dilipak, böyle bir çağrıyı yapmak için iklimin yeterince uygun olduğunu görmüş olmalı ki, "Koç kadar, Sabancı kadar, Eczacıbaşı kadar bizim 'Yeşil sermaye' davasına sadakat gösterip, bu fahişelere ve onların türevlerine karşı seslerini yükseltebilecekler mi? Ne bekliyorsunuz!" çağrısı yaptı.  

Böyle dumanlı havalarda saklandığı yerden çıkan “Hilafet istiyoruz” talebi yeniden ortaya atıldı. Bu talep geçmişte, kimi meczup çevreler tarafından ortaya atılır, sonra da biraz ütünde tepinilip susturulurlardı. Ama bu sefer bu talep, doğrudan AKP’nin ideolojik savaşının en önünde yer alan Yeni Şafak grubundan geldi.

2016’dan beri Yeni Şafak grubu tarafından çıkarılan ‘Gerçek Hayat’ adlı derginin 27 Temmuz tarihli sayısında 'Hilafet çağrısı' yapıldığı ortaya çıktı. Derginin, Dilipak tarafından paylaşılan kapağında, “Şimdi değilse ne zaman, sen değilsen kim? Hilafet için toparlanın” çağrısı yapılıyordu.

“Bugün gelinen yerde tek adam, unvanlarına bir de ‘Halifelik’ eklemeyi istemez mi?” sorusuna, “Yok canım bu kadarı da olmaz” denemez artık. Ama başarabilirler mi bu tartışmalıdır!

ERDOĞAN’IN İZNİ VE İŞARETİ OLMADAN KİM KONUŞABİLİRDİ?

Muhalefet, medya ve duyarlı kamuoyu odakları, 24 Temmuz’daki Ayasofya şovundan beri Ali Erbaş’ın istifasını istiyorlar.

Elbette ki Anayasasında hâlâ laiklik yazan bir ülkede cihadist, fetihçi propagandanın “kılıcını” kuşanan Diyanet İşleri Başkanının istifasının istenmesinin politikada bir karşılığı vardır. Ancak oluşan tabloda her ne kadar Erbaş’ın sözleri ve tutumunun bir etkisi olsa da Erbaş gibi bürokratlar kendilerini o makama atayan Cumhurbaşkanının izni, en azından bir işareti olmadan saat kaçta yatacaklarına bile karar veremezler. Bu yüzden de Erbaş’ın Ayasofya’da kılıçla minbere çıkmaya ya da Atatürk’e, Cumhuriyete karşı ettiği sözlere kendisinin karar vermesi beklenemez.

Nitekim, Cumhurbaşkanı Sözcüsü İbrahim Kalın, “İstifa çağrıları”na karşı, Erbaş’ın adını anmadan, “Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikayeleri anlatıldı. Artık kendi hikayemizi yazma zamanıdır” tarih çarpıtması ve Cumhuriyet değerleriyle mücadeleye devam edileceğini söyleyerek destek verdi.

Bütün bunların ötesinde, 1934 yılındaki hükümet kararının Danıştay tarafından iptal edilmesinden birkaç saat sonra yaptığı açıklamada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sarf ettiği “Tek parti döneminde alınan bu karar, tarihe ihanet olmanın yanında hukuka da aykırıydı. Çünkü Ayasofya ne devletin ne de herhangi bir kurumun malı değil, vakıf mülküdür” sözleri, Erbaş’ın, Kalın’ın Dilipak ve Yeni Şafak’ın “Gerçek Hayat” dergisinin arkasındaki asıl dayanaktır.

Bu yüzden de elbette ki, konuşanlara tepki gösterilecektir ama bugün yaşanan Cumhuriyet değerleri ve onun etrafındaki tarih tartışmasında durum, “Konuşanlara değil konuşturana bakmak gerek” denilecek bir aşamadadır.

Asıl olan da bunun anlaşılması, alınacak tutumun da buna uygun olmasıdır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa