02 Ağustos 2020 00:33

Kelebek

İstanbul Sözleşmesi'ni uygula pankartının etrafında oturma eylemi yapan kadınlar

Fotoğraf: MA

PAZAR
Paylaş

Henri Charriére, Kelebek romanında kendi yaşamını anlatır.

25 yaşında, işlemediği bir cinayet yüzünden Fransa’da müebbetle yargılanır.

Kaçmak dışında bir çaresi yoktur ve sadece kaçmak için yaşamaya başlar.

Bu denemeleri onu Fransız Güyan’ında bir kürek mahkumluğuna götürür.

Ancak baskıya ve zorlaşan şartlara boyun eğmez. Özgürlüğü için köpek balıklarıyla dolu dalgalara gözü kapalı atlamaya kadar her yolu deneyecek ve sonunda başaracaktır.

Kitabı okurken gördüğü insanlık dışı muamele, bir kaçış yolu bulduğunu sandığı ancak yakalandığı anlar insanın kalbini sıkıştırıyor. Öyle bir hayatta kalma mücadelesi ki okurken yorgunluktan kollarınız, bacaklarınız ağrıyor.

Kitabı bir kez daha anarken ve sayfalarını karıştırırken, bir şimşek çaktı beynimde.

Bugünlerde, bu ülkede kadın mücadelesi Kelebek'in satır aralarında yatıyor.

İktidar, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkabilmek için kadınların hayatının karşısına aile mevhumunu koyuyor. Kendisini “Türkiye Düşünce Platformu” olarak adlandıran ve sivil inisiyatif olduklarını iddia eden birtakım adamların hazırladığı, kıraathane sohbetleri özeti gibi rapora dayanarak, kadınların uygulanması için çaba gösterdiği sözleşmeyi tamamen kaldırmaya çalışıyor.

Aile, hayatı birlikte göğüsleyen ve sevgi ile bir araya gelmiş insanlardan oluşmayacak, şiddete örtü, köleliğe vesile olacaksa hiçbir anlamı olmayan bir kurum. 

Kaç ailede sevgi daim? Kaç çocuk hayata bir aşk neticesi doğuyor? Kaç evlilik zorla ya da toplum baskısından kurtulmak amacıyla kaçı gerçek bir aşkla yapılıyor?

Evde kalmış denmesin diye, evde bir boğaz eksilsin diye, toplum öyle öngördüğü için kadın evlendiriliyor, başına babadan başka bir gardiyan dikiliyor. 

Bazen de evlilik iyi başlamış olsa bile bir noktadan sonra erkek gardiyanlaşıyor. 

"Hayat boyu gömülmenin arifesindeyim."    

Aile, binlerce kadın için şiddet, korku, gerilim ve büyük bir yorgunlukla dolu mahkumiyet gibi, kaçmaya çalışırsanız şartlar sertleşiyor, kürek mahkumuna çeviriyor.

Fetvalarla, kendisini din alimi gösteren bazılarının beyanlarıyla hayatlarımız sürekli değersizleştiriliyor. Erkeğe teslim edilme yaşı indirildikçe indiriliyor, çocukla evlilik meşrulaştırılıyor, üvey torunu dedeye eş kılabilen görüşle kadın köleleştiriliyor. Uğradığı şiddetten kaçınmak için daha güler yüzlü olması, adamın sevdiği yemekleri yapıp, çayını servis ederken “Neden bana şiddet uyguladın?” diye temkinlice sorması, kadınlık görevini eksik etmemesi yani bir nevi tecavüze razı gelmesi bekleniyor. Erkek şehvetinden kendini koruması, hamileyken gezmemesi, ulu orta gülmemesi tembihleniyor. Arzuları, tutkuları yok sayılıyor, cinselliği bir vazife olarak görülüyor. Çalışma hayatındaki başarısı erkeğe şirk koşmuş muamelesi görüyor. Değer bulmuyor. İstihdamda yer alan kadınların yüzde 41.3’ü kayıt dışı çalıştırılıyor. 

“Bir, iki, üç, dört, beş... Ve saatler... ağır ağır akıp geçerken, yorgunluk sessiz isyanımı bastırıyor.”

Kadının hayatla ilişkisi sağlıklı çocuklar doğurmak, evi çekip çevirmek, çocuğu iyi yetiştirip adama iyi bakmakla sınırlandırılıyor.

Birileri çıkıp “Sözleşme cinsiyeti bozuyor” diyor, sözleşmeyi “sert, güçlü, başarı odaklı, çalışan, para kazanan, pantolon ve ceket giyebilen, evin dışında daha çok zaman geçiren, tek başına eğlenmeye gidebilen, küfreden özgür kadın”ı idealize etmekle suçluyor. Yani bir nevi insan olmayı sağlamakla. Oysa İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı tüm ayrımcılığın karşında duruyor. Kadının tecavüzden hamile kaldığında kürtaj hakkını da savunuyor, her tür psikolojik, ekonomik, fiziksel şiddetten korunmasını ve hatta bunların oluşmadan önlenmesini sağlamaya yönelik maddeler içeriyor. Üstelik sadece aile içinde değil hayatın her alanında.

Sözleşmenin karşısında duranlar kadın gün görmesin istiyor.

“Penceredeki aralıktan bakarken yakalansam ağır bir cezaya çarptırılabilirim. Aslında hakları da pek yok değil, nasılsa onların gözünde yaşayan bir ölüyüm. Ne hakla bir doğa görüntüsüne bakıp kendimi oyalayabilirim.”

Öldürülen kadınların birçoğu boşandıkları ya da boşanmak istedikleri erkek tarafından katlediliyor. Kaçmak için yaşayan kadınlar, özgürlük için canlarını ortaya koyuyor. Çünkü kutsal kılınan bu tutsaklık öyle bir bela ki insan ne yaşadığı sokağın ne mevsimlerin ne doğan günün ne gecenin sessizliğinin farkında olamıyor.

Kadının eline bir “karısı” kimliği veriyorlar, kadının kişiliğinin esamesi okunmuyor.

“Herkesin kişiliği tarihe karışmıştı.”

Bu mezbeleden kurtulan her kadın için hayat yeniden anlam kazanıyor. Kararı kendi verdiği her adımla hafifliyor, kişiliğiyle kavuşuyor.

Erkek, gecenin güzelliğinde uzun bir yürüyüş yapıp korkmamanın ne kadar büyük bir özgürlük olduğunu anlamıyor. Ya da sadece kendi zevkin için giyinmenin, kazandığın parayı nereye harcayacağına karar vermenin, gecikme kaygısı olmadan eve yürümenin, bir kafede insanlara gülümseyerek oturabilmenin...

"Bu yeniden dünyaya geliş, mezardan dönüş, gömüldüğüm mezarlıktan çıkış, üst üste gelen tüm heyecanlar, öteki insanların arasında beni yeniden hayatın içine sokan gece gezintisiyle o kadar etkilenmiştim ki, bir türlü uyuyamıyorum. Kapalı gözlerimin önünden görüntüler, birtakım şeyler, bütün bu karışım herhangi bir tarih sırasına uymadan büyük bir belirginlikle ama kopuk kopuk geçiyor...

Adalet yerini bulsun diye her cinayet sonrası dava süreçlerine kadınlar dahil oluyor, duruşmalar kalabalık geçerse, sosyal medyada yer yerinden oynarsa, adalet bir ihtimal yerini bulur gibi oluyor. Kimi zaman da senelerce tüm mercileri deneyen ve pes eden bir kadın sosyal medyada mağduriyetini anlatıp olası katilini ifşa ettiğinde bir ihtimal kamuoyu sayesinde adam cezasını bulabiliyor.

Peki sosyal medya kapatılırsa ne olacak? Kadın sesini nereden duyuracak? Beni koruyun çığlığı, dilekçeler, şikayetler, ifadeler çoğu zaman işe yaramıyor. Bu ülkede iktidarın ele geçirdiği kurumlar, kadına canına sahip çıkacak kadar değer vermiyor.

“Alçakça öldürülse bile, kimin öldürdüğünü araştırmak zahmetine katlanan çıkmıyordu. Yönetimin gözünde, kürek mahkûmu bir hiçti. Köpekten bile değersiz bir yaratık.

Kitabın satır aralarında neyse ki umut da var çünkü Kelebek, onlarca kere kaybetmişken yeniden deneye deneye kendi zaferini kendi elleriyle yazmayı başarıyor.  

“- Adın ne? 

- Kelebek. 

- Kelebek mi? Kelebeksin demek? Zavallı. Kelebek uçar, kanatları vardır, seninkiler nerede? 

- Kaybettim kanatlarımı. 

- Bulmalısın, kaçabilirsin onlarla. Aynasızların kanadı yoktur. Hepsini atlatırsın.”

Hepsini atlatacağız. Çünkü kalabalığız. Bu ülkede 41 milyon kadın var. Her birine İstanbul Sözleşmesi’nin önemini ve eşit bir yaşamın tüm tabulardan daha kıymetli olduğunu anlatacak gücümüz, sabrımız var. Köpek balıklarıyla dolu bu denizden birlikte kurtulacağız.

Tüm dünyaya #ChallengeAccepted ve #WomenSupportingWomen etiketiyle yayılan siyah beyaz kadın fotoğrafları paylaşımı için bir kadın “Her şeye rağmen yine de öldürülürsek en azından gazeteye basılacak fotoğrafımızı kendimiz seçmiş olduk” yazmıştı.

Bir kişi daha eksilmemek için daha kalabalık daha güçlü ses çıkarmalıyız. Sadece şiddete karşı değil, tüm eşit haklar için. İstanbul Sözleşmesi tüm haklarımızı koruyor.

Ne mahkemeler ne herhangi bir köşe yazarı ne de sokaktaki adam, ne giydiğimizi, kaçta, nerede ve kiminle olduğumuzu sorgulayamaz, özgürlüğümüzü her alanda dayatacağız.

Kozadan çıkacak, kanatlanacağız.

“Ne sen, insanlıkla ilgisi bulunmayan savcı, ne namusundan şüphe ettiğim siz polisler, ne yalancı tanıklıkla özgürlüğünü değiş tokuş eden sefil Polein, ne iddia makamının görüşünü ve olayları yorumlayış şeklini benimseyecek kadar alçalan jüri üyeleri, "İnsan Yiyen" e lâyık ortaklar olan mubassırlar, kimse, hiçbiriniz ne kalın duvarlar ne de Atlantik üzerindeki bu yitik adanın uzaklığı, maddi ve manevi hiçbir şey, yıldızlara doğru yükseldiğimde yolculuğumun pembeyle renklenen mutluluğunu bozabilir.”

Kendi kanatlarıyla uçmak her kelebeğin hakkı.  

5 Ağustos Çarşamba, 19.30'da Kadıköy'de Büyük Kadın Buluşması'nda yolumuz kesişsin diliyorum.

Okuduğum her satırda, baktığım her yerde özgürlüğümüze dair bir umut arıyorum.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...