20 Temmuz 2020 00:18

Kırılgan temsil çağında siyaset

Seçimden bir gün sonra asılan Binali Yıldırım ve Tayyip Erdoğan'ın "teşekkür" ilanları. | Fotoğraf: Onur Kavak/Evrensel

Paylaş

Türkiye, çok partili döneme geçişin ardından da, siyasal yaşamın darbelerle kesintiye uğratılmasına sıklıkla tanıklık etti. Dahası neredeyse hiçbir dönem dört başı mamur bir temsil sistemine sahip olamadı.

Kuşkusuz, toplumsal sınıf ve güçlerin sahip oldukları imkanların eşitsizliğinden hareketle, kapitalizm koşullarında pirüpak bir temsilden söz edilip edilemeyeceği de sorulabilir. Zaten, otoriterlik biçimleri ya da farklı yönetim modelleri de buradan doğuyor. Kalıcı etkiler bırakan 12 Eylül askeri darbesinin, Türkiye burjuvazisinin güçlü aktörleri tarafından açıkça desteklendiği gerçeği bile burjuva demokrasisinin, demokratik yönünün çok büyük oranda burjuvaziye karşı verilen mücadelelerle kazanıldığının bir teyidiydi. Dünyada burjuva demokrasisini tanımlayan haklar manzumesinin inşası için, tek tek ülkelerin ezilen sınıflarının, kadınların, gençlerin ve pek çok başka kesimin büyük bedeller ödediği biliniyor. Bu açıdan çok sayıda iyi kaynak arasında G. Therborn’un, ‘Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu’ (Çev: Şirin Tekeli, Verso) adlı kitabına temsilen bir atıf yaparak devam edelim.

Sosyal dayanakları zayıfladığı oranda temsilin de kırılgan hale geldiğinin sayısız örnekleriyle dolu bir dünyada yaşadığımıza göre, bu özelliğin sadece bize ya da yaşadığımız döneme has olduğuna dair bir evhama kapılmanın manası yok.

Ancak tüm bunlar, Türkiye’nin son 20 yılına damgasını vuran siyasal sürecin rutin bir özellik taşıdığı anlamına da gelmiyor. Türkiye’de AKP döneminin ilk evresinin ardından, aşamalı olarak askeri bir darbe sonrası karşılaşılan baskı rejimlerinin benzerinin icra edildiği, muhalefetin kazandığı seçimlerin yok sayılabildiği, ‘Maç oynanırken kural değiştirildiği’ ve halka dönüp “Atı alan Üsküdar’ı geçti” denilebildiği bir siyasal süreci yaşıyoruz. Bu süreçte ‘aslında rektörlük seçimlerine’ gerek de olmadığından tutun da, muhalefetin seçim kazanmasının ülkenin bekasını tehlikeye atacağına kadar her şey söylendi. Türkiye’nin dahil olduğu piyasa ilişkileri bağlamında seçimlerin tamamen ilga edildiği bir yönetme biçiminin iktidar tarafından da öyle kolay savunulamayacağı gerçeği, iktidarı ve onu destekleyen sosyal, sınıfsal güçleri her durumda iktidarın kazanacağı bir temsil biçimine, kazanamaması halinde de başka bazı hazırlıklarla durumunu muhafaza edebileceği sondajlara yöneltti.

Sözün özü, kırılganlığı bakımından istim üzerinde duran bir temsil biçimine sahibiz. Buna rağmen demokrasinin ve demokratik siyasete katılımın, fazlasıyla örselenmiş sandığa indirgenmesi, onun dışında iktidara yönelik direnme ve itiraz biçimlerinin ‘darbe’ söylemi ile bastırılması tablonun diğer tarafında duruyor.

Bu kıstırılmışlık duygusu içinde ve iktidarın son birkaç seçimdir erimesinden hareketle muhalefetin umudunun sandığa bağlanması ve siyasetin çeşitli ittifak kombinasyonları içinde bir matematiğe indirgenmesi belki de en vahimi. Evet, iktidar son yerel seçimlerde kaybettiği İstanbul’da seçimi tekrarlatmayı dayatınca hezimete uğradı. Ancak bir o kadar önemlisi, iktidar medyası, YSK ve çeşitli devlet aygıtlarının bir orkestra halinde birbirini tamamlayarak kazanılmış bir seçimi iptal ettirebilmiş olmasıydı. Ve devamında da, kritik önemdeki olgu iktidarın kendisine oy vermiş kesimlerinde desteğini yitirdiğinin görülmesi kadar, seçimin güvenliği bakımından sandıkları takibi konusunda gösterilmiş olan tutumdur aslında. Eğer moral olarak düşülseydi ve sandık takibi konusunda çalışkan, sebatkar bir tutum ortaya konulmasaydı, atılan o oyların tersine bir sonuç sandıktan çıkabilirdi.

Bekçi ve baro düzenlemesi, Ayasofya ve İstanbul Sözleşmesi ile birlikte düşünüldüğünde, iktidar ittifakının kendi çevresinde becerebildiği kadar bir güç yığınağı yapmaya girişirken, muhalefete yönelik olarak da, herhangi bir alanda kazanma duygusunun dahi bertaraf edilmesine dayalı bir strateji ile yol yürüdüğünü görüyoruz.

Aslında epey bir süredir hayat bize şunu söylüyor: Kağıt üzerinde yazılı hak ve özgürlüklerin kendiliğinden yaşam bulabileceği ya da sandığa atılan oyun şeffaf ve güvenilir sonuçlar doğurabileceği dönemin sonuna gelindi. Savunulmayan hak, hak değildir, sahip çıkılmayan oy sizin değildir!

Bazen güçlü bir işçi grevi, bazen baro başkanlarının Ankara yürüyüşü, bazen kararlı duruşundan taviz vermeyen bir kadın eylemi, bir çevre direnişi, bir basın özgürlüğü mücadelesi ya da ilk bakışta çok naif gibi görülebilecek bir itiraz biçimi olabilir… Sait Faik’in bir ‘hişt’ sesinin hayatiyetine biçtiği anlamda olduğu gibi, hayata dair verilen ses önemlidir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...