07 Temmuz 2020 00:50

Saldırının kapsamı ve muhalefetin sınırları

Fotoğraf: Anadolu Ajansı

Paylaş

Türkiye’deki iktidarın Libya savaşına dahil olması ile işçilerin kıdem tazminatının kaldırılmak istenmesi arasında bir ilişki olabilir mi?

Peki, sınırların ötesinde pençe, kaplan gibi adlarla sürdürülen operasyonlar ile baroların bölünmek istenmesi arasında nasıl bir ilişki olabilir?

Ya İdlib’e yapılan askeri yığınak ile medyanın susturulmak, sosyal medyanın sansürlenmek istenmesi arasında?

İktidar, iç ve dış politikada, ekonomide her gün yeni adımlar atıyor. İktidarın sözcüleri her gün çıkıp toplum yaşamını ilgilendiren konularda yeni planlardan, ‘reform’lardan söz ediyorlar. Sonra büyük bir bölümü zaten iktidarın propaganda aracına dönüşen medya organlarında boy veren yorumcular hep bir ağızdan bu düzenlemelerin ne kadar gerekli olduğu konusunda bizi ikna etmeye çalışıyor. Öte yandan baskı ve yasaklama kıskacı altındaki muhalif sesler de, sesleri çıkabildiği kadar bunlara neden karşı çıkmamız gerektiğini anlatmaya çalışıyor.

Ancak sürdürülen tartışmaların en dikkat çekici yönlerinden biri, hepsi de aynı merkezden gelen bu saldırıların sanki birbirinden bağımsız olay-olgular gibi ele alınmasıdır. Barolarla ilgili düzenleme sadece avukatların, kıdem tazminatının kaldırılması sadece işçilerin meselesiymiş gibi…Kıdem tazminatının gasp edilmesine karşı olduğunu açıklayan sendikaların bu sorunu gündeme getirmek için barolarla ilgili düzenleme konusunun gündemden düşmesini beklemeleri buna çarpıcı bir örnektir. Aynı yaklaşımı, iktidarın baroları parçalamaya yönelik düzenlemesine karşı eylem yaparken diğer meslek ve toplum örgütlerinin kendilerine katılmasını istemeyen baro başkanlarında da görmek mümkün.

Bu nedenle girişteki sorular sadece dikkat çekmesi için değil, iktidarın saldırılarının kapsam ve boyutu karşısında geliştirilmeye çalışılan muhalefetin sınırlılıklarını somutlayarak tartışmak için soruldu.

Geçtiğimiz günlerde Elazığ’dan bir sağlık emekçisi, kendi hastanesindeki emekçilerin Libya savaşını nasıl tartıştıkları konusunda dikkat çekici bir olay anlatmıştı. Hastanede bir grup sağlık emekçisi, Türkiye’nin Libya savaşını kazanıp oradaki petrolünde pay sahibi olması halinde ülkenin ekonomik krizden çıkacağını söylüyordu. İktidarın propagandasının etkisi altındaki bu emekçilerin çarpık bir biçimde de olsa Libya savaşı ve kendi yaşamları arasında kurdukları ilişki dikkat çekicidir.

Meselenin Türkiye’nin emperyalistler ve bölge gericilikleri arasındaki paylaşım mücadelesinin içine çekilmesi, Libya halkının yıkıma uğratılması pahasına ülkenin yağmasından pay kapmaya çalışılması kısmını geçelim.

Acaba işçilerin kazanılmış hakkı ve en önemli gelecek güvencesi olan kıdem tazminatını ortadan kaldırmaya çalışan bir iktidarın Libya’da murat ettiği yağmadan işçi ve emekçilerin payına bir şey düşer mi?

Erdoğan iktidarı tekelci burjuvazinin en gerici kesimlerinin temsilcisi olarak yayılmacı emeller peşinde koşuyor ve bu emellerini “milli çıkar” ya da “milli güvenlik” meselesi gibi gösteriyor. Elazığ’daki sağlık emekçileri gibi azımsanmayacak bir kesim de bu politikanın ülkenin çıkarına olduğunu ve başarıya ulaşması halinde kendi yaşamlarının da düzeleceğini düşünüyorlar.

Oysa ülkedeki iktidar nasıl içeride kıdem tazminatına göz dikerken tekelci sermayenin çıkarlarını savunuyorsa, dışarıda da “milli çıkar” adı altında, tekelci burjuvazinin bölgedeki (Ortadoğu) enerji kaynaklarının yağmasından pay kapması için, ülkeyi çatışmaların içine sürüklemekte tereddüt göstermiyor. Bununla da kalmıyor, yaptığı propaganda ile işçi ve emekçileri bir yandan beklentiye sokuyor ve öte yandan ülke içinde bu iktidarın kendilerinin değil, tekelci burjuvazinin temsilcisi olduğunu ve bu nedenle kazanılmış haklarına göz diktiğini anlamalarını zorlaştırıyor.

İktidar, en son Pençe-Kaplan olarak adlandırdığı ve hem Irak ve hem de Suriye’de sürdürdüğü operasyonları “milli güvenlik” ile açıklıyor. Oysa Kürt sorununu baskı ve şiddet yöntemleriyle çözme politikasının bir devamı olan bu operasyonlar sorunu çözmediği gibi, Türkiye’nin kendi iç sorununu daha geniş alanlara yayıp daha fazla aktörle karşı karşıya gelmesine yol açıyor. Ancak sorunu çözmek bir tarafa giderek derinleştiren bu politika, tek adam iktidarını inşa etmenin bir dayanağı olarak kullanıldı/kullanılıyor. Milliyetçi hassasiyetleri kışkırtan operasyonlar ülke içinde Kürt siyasetinin temsilcilerinin cezaevlerine konması ve belediyelere kayyumların atanması ile devam etti. Ancak ilk bakışta tasfiye edilen sadece Kürt hareketiymiş gibi görünse de tasfiye edilen ülkede bugüne kadar demokrasi adına elde edilmiş bütün kazanımlardı. İşte bugün baroların karşı karşıya kaldığı saldırı, tek adam iktidarının ülkede demokratik kazanımların adım adım tasfiyesine yönelik bu saldırılardan bağımsız düşünülemez.

Ayşenur Arslan ve Hüsnü Mahalli’nin yaptıkları programda İdlib ve Suriye gibi dış politikadaki gelişmelerle ilgili eleştirileri nedeniyle Halk Tv’ye verilen ceza, medyaya tanınan “özgürlüğün” sınırlarını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kızına yönelik sosyal medyadaki çirkin saldırıdan sonra, sosyal medyaya çeki düzen verme açıklamasının arka planındaki niyetin, asıl olarak iktidarın politikalarına muhalefet edilen en önemli mecralardan birini kontrol altına almak olduğu açıktır.

Uzatmadan söylemek gerekirse ülkede ilk bakışta birbirinden bağımsız görünün birçok gelişme, aslında tek adam iktidarının politik yönelimi içinde topyekûn bir saldırının parçaları olarak anlam kazanıyor. Topyekûn saldırı şu ya da bu alanla sınırlı bir mücadele hattı ile püskürtülemeyeceğine göre, demokrasi, barış ve insanca yaşam isteyen halk güçlerinin, mücadelelerini birleştirmek dışında bir seçeneği bulunmuyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...