Hegemonya sonrası düzen
Donald Trump ve Barack Obama | Fotoğraf: Amerikan Hava Kuvvetleri/Wikimedia Commons
Hegemonya sonrası bir düzene geçişte orta büyüklükte güçlerin (OBG) rolü meselesi ilginç bir paradoks ortaya çıkarır: Uluslararası ilişkiler kuramındaki klasik yaklaşıma göre OBG’ler uluslararası kurumlar ve örgütler vasıtasıyla, çok taraflı diplomasiyle etkin olmaya çalışır. Ancak, yerleşik düzene, kurum ve kurallara bağlı olan OBG’lerin bu düzeni değiştirme gibi bir hedefi olabilir mi? Öngörülebilirlik ve düzenlilik arayışında olduğu düşünülen OBG’ler uluslararası sistemde değişimi talep eder mi?
1980’lerin sonu-1990’ların başında Japonya’nın uluslararası düzende giderek daha güçlü bir duruma geleceği konuşuluyordu. Ve tıpkı 1970’lerde olduğu gibi değişen uluslararası ekonomide Japonya’nın konumunun Amerikan hegemonyasını sarsıp sarsamayacağı tartışılıyordu. Uluslararası ilişkilerde eleştirel kuramın öncülerinden Robert Cox 1989’da yayımladığı bir makalesinde Japonya’nın yükselişini ele alır. Uluslararası hegemonya kavramını Gramsci’ye atıfla tanımlamaya çalışan Cox’a göre, Japonya’nın bir OBG olarak küresel hegemonik düzenden bağımsız bir şekilde hareket edebilmesi için hakim sosyo-ekonomik modelin dışında bir toplumsal düzene dayanması gerekir. Post-Fordist üretim krizi bu açıdan Japonya için bir olanak yaratmıştır: Toplumsal güçler yeni bir politik kültür oluşturabilirse ülke daha bağımsız bir dış politika izleyebilir ve hegemonya sonrası düzenin kurucu unsurlarından olabilir.
Japonya heyecanı çok uzun sürmedi. 1990’daki Körfez Savaşı’yla beraber Başkan (baba) Bush, Yeni Dünya Düzeni sloganıyla ABD hegemonyasının sona ermediğini ilan etti. 1997 Asya Krizi’yle beraber Japonya’nın hegemonik düzeni dönüştürebilecek bir güç olduğu iddiaları duyulmaz oldu. Bu tarihten itibaren ABD hegemonyasına rakip veya alternatif güç olma vasfı Çin’e atfedilir oldu. Böylece hegemonya tartışmalarındaki odak tekrar OBG’lerden büyük güçlerin rekabetine kaydı.
Körfez Savaşı Irak’ın Kuveyt’i işgaline karşı yürütüldüğü için mevcut Birleşmiş Milletler (BM) sisteminin sınırlarında kalan bir askeri müdahaleydi. Bush’u takip eden Clinton yönetimleri boyunca (Bosna ve Kosova’da) askeri müdahaleler giderek BM çerçevesinin dışına çıkacak, meşruiyeti uluslararası hukuk değil demokrasi ve insan hakları gibi kavramlara dayandıracaktı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan hegemonik düzenin kural ve kurumlarını aşındıran bu eğilim oğul Bush’un 2003 Irak işgaliyle yeni bir aşamaya ulaştı: Artık ABD yerleşik kurumlar değil gönüllüler koalisyonuyla hareket edecekti. Bu koalisyonun ABD’nin tek-taraflı siyasetini örtmeye çalışan bir incir yaprağı olduğu o kadar barizdi ki bu niteliği gizlemekten ziyade ifşa etti. Clinton döneminin çok taraflı diplomasi savunucuları Bush’un tek taraflı politikalarının ABD hegemonyasını, meşruiyetini veya yumuşak gücünü sarstığını iddia ettiler. Kurumlar, kurallar ve çok taraflı diplomasi vasıtasıyla işletilen bir ABD hegemonyası askeri güce dayanan bir dış politikadan çok daha az maliyetli olmanın yanı sıra, sistemin paydaşı olan OBG’lere de rol veriyordu. Bu anlamda Bush’un politikası sürdürülebilir bir hegemonik strateji sunmuyordu.
Nitekim, Bush’tan sonra iktidara gelen Obama yönetimi çok taraflılığa geri döndü, OBG’lerin başlıca diplomasi nişlerinden biri olan İklim Krizini gündemine aldı ve burada yeniden liderlik vasfını ispat etmeye çalıştı. 2008 finans krizinin küresel yönetimi ve 2011’de patlak veren Arap ayaklanmaları hegemonik düzenin restorasyonunda Obama yönetimine meydan okuyan gelişmelerdi. Clinton döneminin şahinleri çok taraflı askeri müdahale formülünü Libya’da tekrar etmeyi denediler, ancak kısa zamanda hüsrana uğrayan bu tercih Obama yönetiminin bölünmesiyle sonuçlandı. Şahin kanadın lideri Hilary Clinton’ın başkanlık seçimini Trump’a kaybetmesiyle beraber tek-taraflı diplomasi geri döndü. 19’uncu yüzyılın Amerikan izolasyonculuğunu model alan “Önce Amerika” sloganıyla Trump ABD’nin artık müttefiklerinin değil kendi çıkarlarını göz edeceğini söylüyordu.
Şu anda Beyaz Saray’a hakim olan bu stratejik anlayışa göre İkinci Dünya Savaşı sonrası liberallerin oluşturduğu uluslararası kurum ve kurallar düzenin işleyişinin maliyetini ABD’ye yüklüyor ve ABD’nin elini ayağını bağlıyor. Buna göre geçici ve anlık anlaşmalar, sürekli ve devamlılık arz eden kurum ve kurallardan daha karlı. Bugün OBG’leri ABD’nin liderliği olmadan iş birliği yapmaya yönelten gelişme aslında bu stratejik tercih. Yoksa, Cox’un umduğu şekilde hegemonya sonrası düzene geçişi gerçekleştirecek bir politik kültür değişimi değil söz konusu olan.
1970’lerden bu yana ABD stratejisi çok taraflı ve tek taraflı diplomasi arasında gidip geliyor. OBG’lerin stratejileri de bu değişime ayak uyduruyor. Hegemonya sonrası bir düzen uluslararası hiyerarşinin ortadan kalktığı bir düzen anlamına geliyorsa OBG’lerin bunu gerçekleştirmeleri mümkün görünmüyor. Bu devletler daha ziyade çok taraflı kurumların işlevsizleştiği koşullarda taktik manevralarla kendilerini risklerden korumaya çalışıyorlar.
- Savaş: Öznel niyet ve nesnel çelişki 24 Nisan 2024 04:41
- Gazze fayı 10 Nisan 2024 04:40
- Dip dalga teorisi 03 Nisan 2024 04:03
- İsrail'in izolasyonu 27 Mart 2024 04:41
- Cesaret Nine 20 Mart 2024 04:50
- Yetmişler ve empati 06 Mart 2024 04:32
- Yeni saflaşmanın eşiğinde 14 Şubat 2024 04:30
- Diplomasi ve meşruiyet 07 Şubat 2024 04:13
- Savaş ve siyasal düzen 24 Ocak 2024 04:45
- Ulus-devletin krizi 10 Ocak 2024 04:44
- Suudi Arabistan'da emek hareketi 03 Ocak 2024 03:50
- 1936 genel grevi ve taksim 20 Aralık 2023 04:27