06 Mayıs 2020 00:13

Mücadeleci sendika olmadan demokrasi olmaz

Fotoğraf: Onur Yurtsever

Paylaş

CHP başta olmak üzere muhalefetin önde gelen hedefi mevcut başkanlık sisteminden “güçlendirilmiş parlamenter sisteme” geçiş. Bu hedef başkanlık sisteminin kuruluşunda emeği geçen Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’ndan, sistemde kendine yeni köşeler kapmaya çalışan İYİP’e, sağın tüm renkleri tarafından dışlanan HDP’ye çok geniş bir yelpazenin ortak paydasını oluşturuyor. Ancak parlamenter sistem talebi mevcut sisteme ilişkin eleştirilerinde haklı olmakla beraber siyasal teşhiste yetersiz kalıyor. Çünkü, devlet biçimi toplumsal sınıflar arasındaki güç ilişkilerini yansıtır ve eğer rejimi değiştirmek hedefleniyorsa öncelikle bu güç ilişkilerine müdahale etmek gerekir. Anayasal tasarım müsabakaları muhalefetin toplumsal gücünü artırmaz. Geniş toplumsal kesimler mevcut idari sistemden şikayet etmelerine rağmen etkin bir muhalefetin gelişmemesinin nedeni budur. Peki sınıf mücadelesi ile devlet biçimi arasındaki ilişkiyi nasıl anlamak gerekir?

Marksist Siyaset Sosyoloğu Bob Jessop, devleti temsil ve müdahale biçimlerinden mütevellit bir kurumsal kompleks olarak tanımlar. Buna uygun olarak devlet biçiminin temsil ve müdahale araçlarının belirli kombinasyonlarına odaklanılarak analiz edilmesi gerekir (“Material and Social Bases of Corporatism”, State Theory: Putting the Capitalist State in its Place, Polity Press, 1990, s.118-9). Jessop temsil ve müdahalenin eklemlenme biçimlerine örnek olarak parlamenterizm ve korporatizmi ele alır. Parlamenterizmde temsil seçimlerle oluşan meclis vasıtasıyla, müdahale de meclisin çıkardığı yasalar ve bürokrasinin uygulamaları vasıtasıyla gerçekleşir. Korporatizmde ise temsil toplumsal iş bölümüne göre işler: Emek ve sermaye, çeşitli meslek örgütleri, odalar, kooperatifler. Parlamenterizmde temsil ve müdahale parlamento ve bürokrasi arasında net çizgilerle ayrılırken, korporatist kurumlar aynı anda hem temsil hem de müdahale organları olarak çalışırlar.

Parlamenterizm ve korporatizm çok farklı biçimlerde -örneğin hem faşist hem de sosyal demokrat bir rejimde- eklemlenebilirler. Ancak kapitalist bir sistemde her ikisinin de temel işlevi sermaye birikiminin devamını ve burjuvazinin siyasi egemenliğini sağlamaktır. Bunun için de kapitalist toplumlarda ekonomik ve siyasi alanları birbirinden ayrı tutacak şekilde işlemeleri, işletilmeleri gerekir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve Avrupa’da ortaya çıkan sosyal refah devleti tam da bu iki alan arasındaki sınır muhafaza edilemediği için çöktü, çünkü bu devlet biçiminde ekonomik mücadele kolayca siyasi bir mücadeleye dönüşebiliyordu. Neoliberalizmin esas hedefi ekonomik alanı siyasetin dışına atmak, ekonomi yönetimini teknikleştirmek, yani bir teknokrasi tesis edebilmekti. Kanımca Türkiye bu yola 12 Mart darbesi ve Nihat Erim Hükümetiyle girdi.

 12 Mart’ın 12 Eylül’e, 12 Eylül’ün mevcut başkanlık sistemine nasıl evrildiği anayasa hukukunun (olağanüstü yargı mekanizmalarından partiler kanununa, üniversitelere) çeşitli unsurları açısından incelenebilir. Kemal Derviş reformları bu tarihsel süreçte önemli bir dönüm noktasıydı ve AKP’nin iktidara gelişinde kritik bir rol oynadı. Şimdi AKP’nin ilk dönemindeki yönetim uygulamalarının devam ettirilemediğinden yakınan çevreler hayatın şu mühim gerçeğini gözden kaçırıyor: Toplumlar soyut kurum tasarımlarına bir türlü uymadığı gibi, bu tip tasarımlar da uygulamaya konuldukları gün gibi kalmaz. Sendikaları ve hak sahibi diğer toplumsal kesimleri hikmetinden sual olunmaz bir ekonomi yönetiminden dışlamanın sonucu hesap sorulamayan bir otoriterlik olmuştur. Türkiye’de özgürlük ve eşitlik özlemini dile getiren siyasal aktörlerin bu gerçeği akıldan çıkarmaması gerekir.

Türkiye’nin yakın geçmişine bu açıdan bakmak bize hem bu noktaya nasıl geldiğimizi hem de buradan nasıl çıkacağımızı gösterecektir: Ocak 2015’te Birleşik Metal-İş’e üye işçilerin başlattığı grevi hatırlayalım. Hükümetin grevi yasaklaması üzerine yasağın gerekçelerini inandırıcı ve meşru bulmayan bazı işyerleri greve devam kararı aldıklarında yanlarında ne muhalefeti ne de sendika yönetimini bulamadılar. Tersine sendika yönetimi bir ültimatomla tüm işyerlerinde işe dönülmesini emretti. Bu dönemdeki röportajlarda hatırladığım işçiler anayasal haklarının çiğnendiğini ve yasağa dayanak yapılan “milli güvenlik” gerekçesinin gerçekle hiçbir ilintisi olmadığını söylüyorlardı. Acaba muhalefet grevdeki işçilere sahip çıksa grev yasağının hemen ardından TBMM’den geçirilen ‘iç güvenlik paketi’ne daha güçlü bir şekilde karşı koyamaz mıydı? Ya nisan ve mayıs 2015’te, Birleşik Metal-İş grevinin yasaklanmasından birkaç ay sonra, daha büyük işyerlerinde greve giden işçiler Türk-Metal’i iş yerinden kovarken “Acaba hangi sendikaya gitsek” veya “Belki de Toyota usulü hiçbir sendikaya gitmemeliyiz” diye düşünür müydü? İşçiler ve sendikal hareket 2015’in ilk yarısından güçlenmiş çıksaydı haziran 2015 seçimleri bu kadar kolay yok sayılabilir miydi? Olmamış olayların sonuçları ne olurdu gibi sorular klasik tarih yazımında pek hoş karşılanmaz. Kim bilir ne olurdu? Ancak bu sorular siyasi hayal gücünün beslenmesi ve yeni tezlerin ortaya atılması için vazgeçilmezdir. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...