21 Nisan 2020 20:37

Hiç kimse bir ada değildir!

İstanbul'da koronavirüs (Kovid-19) önlemleri sonrasında Üsküdar'da boş kalan bir meydanda yürüyen ve yüzünü kapatmış olan bir yurttaş.

Fotoğraf: Muhammed Enes Yıldırım/AA

Paylaş

“Hiç kimse bir ada değildir
Ne de bütünüyle kendisi
Her insan kıtanın bir parçasıdır
Gövdenin bir bölümü”

John Donne’un dört yüzyıl öncesinden yankılanan bu dizeleri sanki bugün yazılmış gibi. Belki de şiirin güncel etkisini anlamak için onun yer aldığı eserin başlığına bakmak yeterli: “Nevzuhur Vaziyetlere Dair Münacat, ve Hastalığımın Muhtelif Dereceleri” (Devotions Upon Emergent Occasions, and severall steps in my Sickness).

Donne Kasım 1623’te ateşli bir hastalığa (muhtemelen tifüs) yakalanmıştı ve bu hastalığın veba olduğunu düşünüyordu. Şairin böyle bir vehme kapılması için yeterli sebep mevcut. 1572 doğumlu Donne henüz yirmi yaşındayken Londra 16. yüzyılın son büyük vebasıyla boğuşmaktaydı. 1592-93 salgını Londra’da nüfusun yüzde 10’unun, 15 bin kişinin, canını aldı. Donne’un iyileşip kitabını yayımladığı 1624 yılını takip eden sene 1625 salgınında ise kırk bin kişi hayatını yitirdi. Donne ve çağdaşları için veba her an tetikte bekleyen bir tehlikeydi. Nitekim o dönemin İngilizcesinde vebanın “ziyaretinden” (visitation) bahsedilir. Yaygın bir inanca göre bu katil misafir yirmi yılda bir kapıyı çalardı.

Donne’un eseri üç bölüme ayrılan yirmi üç münacattan (devotion) oluşur. Bunlar Donne’un geçirdiği hastalığın evrelerini kaydeder: Hastalığın ilk belirtileri, hastanın yatağa düşmesi ve doktorun çağrılması, uygulanan çeşitli tedaviler, iyice ağırlaşan semptomlar ve hastalığın zirvesi, 17. münacatta hastanın kendini ölüme hazırlaması, ardından yavaşça iyileşme ve İncil’deki Lazarus gibi ölümden dirilme, doktorların hastalığın sebebine ilişkin değerlendirmeleri ve hastalığın tekrar nüksedebileceğine ilişkin uyarıları.

COVID-19 sonrasında hayatımızın nasıl değişeceğine dair zihnimizi çok zorlamamıza gerek yok aslında. Hatırlamamız yeterli. İnsan türü olarak toptan ortadan kalkmadığımız sürece kabaca yukarıdaki algoritmayı tekrarlayacağımızı öngörebiliriz. Yalnız önemli bir fark var: İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bilhassa 1960’lar ve 70’lerde, modern tıptaki gelişmelere dayandırdığımız öz güvenimiz yerle yeksan olacak. 17. yüzyıl insanlarında böyle bir öz güven zaten mevcut değildi. Onlar modern insana göre hayatın kırılganlığıyla daha barışıklardı. Artık bizim de (Aslında milyonlarca insanın zaten sürekli içinde yaşamak zorunda olduğu!) kırılganlığımızı kabullenmemizin zamanı geldi, belki de geçiyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan toplumsal düzen halihazırda ekonomik, siyasi, kültürel boyutlarıyla çözülüyor. Kimi uluslararası ilişkiler uzmanları “Liberal düzen çöküyor”, “Çok-kutuplu dünya geliyor”, “önümüzdeki yüzyıl bilmem ne yüzyılı olacak” nevinden dar görüşlü tespitler yaparken COVID-19 gibi bir hadise beklemiyordu herhalde -üstelik yıllar evvel küresel bir pandemi tehlikesinin ulusal güvenlik planlamalarına dahil edilmesine rağmen. Tabii küresel sağlık ve biyogüvenlik alanlarında çalışmalar yürütülüyordu. Ancak bu alanlardaki uzmanlar da çoğu zaman mevcut uluslararası kurumları ve küresel kapitalizmi sabit veri olarak kabul ediyordu. Halbuki bugün karşı karşıya olduğumuz manzara bizatihi uluslararası kurumlar ve küresel kapitalizmin yarattığı iklim krizi ve doğa tahribatının ürünü olduğundan bunların krize bir çözüm sunması mümkün değildir. Tersine, içinde bulunduğumuz bu anda krizin müsebbipleri kendi vazgeçilmezliklerini kanıtlamak ve böylece hayatta kalabilmek adına yeni krizler çıkarmakta, durumu daha da kötüleştirmektedir. Kişisel hayatınızda da sık sık rastlayabilirsiniz bu taktiğe: Sebep olduğu krizi derinleştirerek yeni bir pazarlıkla suçundan sıyrılmaya çalışan suçlu yöntemi.

Küresel siyaset bu suçlu taktiğinin çeşit çeşit biçimlerine sahne oluyor. ABD’de, Brezilya’da taraftarlarını insan sağlığını hiçe sayarak sokağa döken sağcılar veya Çin’de salgınla ilgili gerçekleri vatandaşlarından gizleyen sağcılar; “Her şey yolunda, her şeye hakimiz” propagandasıyla krizden kendine fırsat yaratmaya çalışanlar; milyonlarca insanı işsizlik, açlık, yoksulluk riskiyle karşı karşıya bırakan “risk fırsatçıları”… Önümüzde gün gibi aşikar bir gerçek var: Bu makro-virüsler, bu hayatımızı emen parazitler bugün değilse yarın, salgında değilse savaşta, savaşta değilse iklim krizinde, şu ya da bu şekilde hayatımıza kastediyorlar. Ve eğer tedbir almazsak, bir araya gelmezsek canımıza okuyacaklar.

“Öyleyse asla birini gönderip sordurma
Çan kimin için çalıyor diye;
O çan senin için çalıyor.”

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...