17 Nisan 2020 00:52

Kamuculuk tartışmaları

Yanyana duran gri kapılar arasındaki kırmızı kapı

Görsel: Pixabay

Paylaş

Her ekonomik kriz döneminde olduğu gibi salgın hastalık döneminde de öne çıkan tartışmalardan birisi devlet müdahalesi ve kamuculuktur. Böylesi dönemlerde özel sektörün büyüyen sorunların üstesinden gelemeyeceği, kamunun devreye girmesi gerektiği, işleri yoluna koymasının zorunluluğu ileri sürülür. Ama zaten Keynes’ten beri devletlerin ekonomiye müdahale etmesi gerektiği yaygın bilinen bir gerçek ve bu müdahalenin niteliği hep tartışma konusu olmuştur. Bazı çevrelerde kamuculuk, aynı anlama gelmek üzere devletçilik yanlış bir değerlendirme nedeniyle neredeyse yarı sosyalizm sayılmıştır. Ama devlet müdahalesinin tarihine, ortaya çıkardığı tecrübeye bakılınca gerçekler tümüyle farklıdır.

’70’li yılların sonundan başlayarak özellikle ABD ve İngiltere’de kamu kurumlarının özelleştirilmesi tasfiyesi hız kazandı ve bu bir dalga halinde tüm dünyaya yayıldı. Reegan’a göre “Devlet sorunun çözümü değil, sorunun ta kendisiydi.” Artık IMF ve Dünya Bankası programlarının bağımlı ülkelere ilk dayattıkları şart, eğer bu ülkelerde kamuya ait işletmeler, kuruluşlar, bankalar vb. varsa bunların hızla özelleştirilmesi veya tasfiyesi oldu. “Yeniden yapılandırma, güçlü ekonomiye geçiş, yeni ekonomik program vb.” standart bir reçete olarak hemen hemen tüm ülkelerde uygulandı. Bizde de AKP’nin uyguladığı programların öncülerinden birisi olan Çiller bazı kamu kuruluşlarının özelleştirilmesinden sonra “Son sosyalist devleti yıktık” demişti. Bu da bazı sosyalistlerin, devletçilerin yanılsamalarını pekiştirdi.

Ancak her kriz döneminde hep tekrar göreve çağrılan yine devlet oldu. Son örneklerinden birini 2008 krizinde gördüğümüz gibi, başta ABD olmak üzere hemen hemen tüm ülkelerde özel şirketlerin, dev tekellerin, bankaların kurtarılması işini kamu üstlendi. Bu işe en az -kesin miktarı tam belli değil- 15 trilyon dolar harcandı. En ünlü kurtarmalardan birisi hatırlanacağı üzere GM’ye -General Motor- yapıldı. Devlet bu tekelin geçici ortağı oldu ve hisselerinin üçte ikisinden fazlasını geçici olarak satın aldı.

Kriz atlatıldıktan sonra bu hisseler yeniden devredildi ve sonuçta halkın paralarıyla bu örnekte olduğu gibi dev tekeller kurtarılmış oldu. Bu arada tabii ki batan bankalar ve şirketler oldu. Bunların bir kısmı her kriz döneminde olduğu gibi krizden daha az etkilenen şirketler tarafından yutuldu, bir kısmı da tasfiye oldu. Kapitalist sistem açısından bunun genel anlamı kırılıp dökülmelerden sonra işlerin yeniden yeni bir çöküşe kadar yoluna girmesidir. Ama her krizin işlerin şahlandığı dönemin ardından patladığının altını özellikle çizmek gerekir.

Burada krizin önce üretimden başlayıp kendini finans krizi olarak açığa vurmasının, ya da finanstan başlayıp üretimi vurmasının bir önemi bulunmamaktadır. Sonuçta finans krizleri de kapitalizmin krizlerinin yoğunlaşmış biçimde dışa vurulmasıdır ve tüm olay kapitalizmin zemini üzerinde onun yasaları temelinde cereyan etmektedir. Olup bitenden sonra çıkarılacak genel sonuç şudur: İktidarın sınıfsal niteliği, yani günümüzde tekelci kapitalizmin egemenliği ve devletlerin bu tekellerin temsilcisi, koruyucusu ve kollayıcısı, sermaye düzeninin bekçisi olduğu göz önüne alınmadan bir kamuculuk devletçilik tartışması yapılamaz.

Bu nedenle devletleştirmeleri, kamulaştırmaları sol, sosyalist vb. kesimlerin öne sürmesinin bir anlamı yoktur, zaten sermaye sınıfı kendi sınıf egemenliğini güvenceye almak, sigortalamak için bu önleme başvurmakta, eğer başvurmazsa, onun ideologları ve yön vericileri bu yöntemi hatırlatmakta ve gündeme getirilmesini sağlamaktadır. İktidar sorunu, sermayenin devrilmesi sorunu ortaya atılmadan bir devletleştirme, kamulaştırma sorununun tartışılması yanılgıdır. Tartışılıp, uygulanıyorsa bu ciğeri kediye teslim etmekten öte bir anlam taşımaz.

Burada “tamam öyle ama yarın iktidar -hükümet anlamında- değişir, kamu kuruluşlarını ilerici partiler yönetir demenin savunulacak bir yönü bulunmamaktadır. Tarihsel tecrübe sermaye iktidarı yıkılmadan toplumsal yönü temel olan bir kamuculuğun uygulanamayacağını açık seçik kanıtlamıştır. Kamu kuruluşları bugün sadece iktidarların “arpalıkları, rüşvet dağıtma yerleri vb.” olmanın ötesinde, özel sermayeye ham madde, yarı mamül madde, ara maddesi, ucuz mamül madde temin etme yerleri olmuşlar, sermaye iktidarlarının en zor dönemlerinde onların kurtarıcısı olma işlevini üstlenmişlerdir.

Açıkçası sermaye egemenliği ve iktidarı altında bir bölüm sektörün devlet, kamu sektörü olması kapitalizmin temel işlevini ve işleyişini değiştirmemekte, özellikle zor dönemlerde onun için nefes alma boruları işlevi görmektedir. Ya da son zamanların yaygın terimiyle kapitalizm yoğun bakıma alınarak yaşama döndürülmektedir. Ülkemizde her nasılsa kalmış devlet ve üniversite hastaneleri üzerinden salgına karşı yürütülen mücadelenin “Olumlu katkısı olmasaydı” durum daha da kötü olurdu savunması da sıkça ileri sürülüyor. Salgın hastalık dönemlerinde olağanüstü önlemler alınabilir ve tüm ilgili kurumlar denetim ve yönetim altına alınabilir.  Bunlar iktidarlara bir alan da açmaktadır.

Ama görülmektedir ki salgına karşı mücadele sorunu, sağlık çalışanlarının olağanüstü özverisine ve çalışmasına karşın sadece sağlık sistemini yönetme sorunu değil, tüm ülkeyi yönetme, uygun ve doğru kararlar alma sorunudur. Ve her şeyden önce ekonominin yönetilmesi sorunudur, tekellerin hizmetine koşulmamış bilime değer verme sorunudur. Artı-değer sömürüsünü gerçekleştirme ve kâr elde etmeye dayanan bir sistem, salt sağlık kaygıları ile alınan kararları, tavsiyeleri dikkate almamakta, ne sosyal mesafeyi korumayı, ne tam karantinayı, ne de bu duruma mahkum edilmiş vatandaşlarının tüm haklarını ve ihtiyaçlarını karşılama ve koruma işlevini yerine getirmektedir. Bu sadece ülkemizde değil, hemen hemen tüm ülkelerde farklı düzeylerde yaşanan bir gerçektir.

Sonuç olarak kapitalizm, ne kendi temel -krizler, savaşlar, işsizlik vb.- sorunlarını ne de insanlığın bu sistemden dolayı karşılaştığı temel sorunları -sağlık, iklim, doğa- karşılama yeteneğine sahiptir. Salgın, kapitalist üretim tarzının topluma ve insan sağlığına zararlı olduğunu açık bir biçimde ortaya koymuş ve tarihin daha önce görmediği biçimde yeniden kanıtlamıştır.  Elbette korona aşısı da zamanla bulunacaktır. Ama başka felaketler, salgınlar, afetler, yoksulluk, açlık, diğer sağlık sorunları hep kapıdadır ve kapitalist sistemin insanca ve onurlu bir yaşam kurma yeteneği bulunmamaktadır. İnsanlığın bugünkü ihtiyaçları sınıfsız, sömürüsüz bir toplumu çağırıyor ve bu toplumun kurulmasında tüm halka öncülük edecek sınıf bugün üretim içinde kırılmaya zorlansa da, çıkış yolunu bulma ve kurtuluşu sağlama başarısını tüm bu acı deneylere karşın er geç gösterecektir.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...