Güncellenen distopyalar
Görsel, Children of Men filminin fragmanından bir ekran alıntısı
Bir vesile ile biri klasik, diğeri modern iki başyapıtı üstü üste izledim. İlki “Red Sonja”, “Conan 2” gibi filmlerden tanıdık sinemanın her türünde onlarca filme imza atmış tam bir emekçi olan Richard Fleischer imzalı “Soylent Green” (1973). Diğeri, her defasında başka başka ayrıntıları yakaladığım, yeni katmanlar açan ve iddiasını sürekli güncelleyen bir film olan Alfonso Cuaron’un “Children of Men” (Son Umut, 2006) filmi.
Sinematografik olarak birbirinden çok farklı olan iki filmin ortak dili, dünyaya dair anlattıkları, anlatmak istedikleri şeylerin geçerliliğini korumak bir yana güncellenerek devam etmesi. Harry Harrison’ın romanından uyarlanan “Soylent Green”, 2022 yılında geçer. Filmin açılışında önce ABD tarihinin önemi duraklarına dair görseller gelir birbiri ardına, sonra da sanayi üretiminin artmasıyla birlikte çöp yığınları, salgın hastalık görüntüleri, maskeli insanlar ve giderek yok olan doğaya dair çarpıcı kareler izler onları… Derken 2022 yılının 40 milyon nüfuslu New York’unda buluruz kendimizi. Film, bir grup kent elitinin ‘fil dişi kulelerde’ yaşadığı, kalan insanların sokaklarda, kırık dökük apartmanlarda dip dibe hayatını devam ettirdiği distopik bir evrene götürür seyirciyi.
Film doğrudan bir önermede bulunmasa da Malthuscu bir yaklaşımı ucundan hissettirerek, bir cinayetin izini sürdürür kahramanımız Thorn’a. Bilinen dünyanın artık bilinmez olduğu, bir kuşağın seri üretilen soylent adı verilen yiyecek dışında hiçbir şeyden haberdar olmadığı bu dünyanın ‘ölü bedenlerin’ yüzü suyu hürmetine döndüğünü öğrenmek oldukça çarpıcıdır. Bu işçi emeğinin bedenen sömürüsünün bir alegorisidir aynı zamanda. 1973 yılının bu allegorisi, küresel bir salgının hüküm sürdüğü 2020’nin dünyasında zorla fabrikalara sürülen emekçilerin, iş bırakmayı yasaklayan iktidarların varlığıyla gerçeğe dönüşüyor ne hazin ki.
“Soylent Green”in egemenlerin dünyasında kadının ‘eşya’lar gibi alınıp satılabilen bir varlık olarak kodlandığı atmosferinden “Son Umut”un kadınları ‘kurtarıcı’ olarak kodladığı dünyasına geçebiliriz böylece. Alfonso Cuaron, P.D. James’in fazlaca Hristiyan ögeleri taşıyan romanını bir anlamda yeniden kurgular. 2027 tarihinde geçen filmi bu son izleyişte filmin tam bir kadın filmi olduğunu fark etmem bundan belki. Yaklaşık on dokuz yılın ardından dünyaya yeni bir çocuk gelirken onu korumak için oluşturulan koalisyonun büyük çoğunluğunun kadınlardan oluşmasının, romanda oğlan olarak doğan çocuğun filmde kız olarak değiştirilmesinin ve Theo Faron’un bir kahraman değil de daha çok bir ‘koruma’ gibi konumlandırmasının ayrıntıları daha da netleşti bu seyirde. “Son Umut”, çekildiği yıl değil de yıllar geçtikçe kıymeti artan yapımlardan. Neoliberalizmin çöküşü, mülteci akını ve doğal yıkımın birbirinin içine geçtiği filmin teknik meziyetleri bir yana (Hâlâ arabanın içindeki ve isyanın olduğu o iki uzun planın nasıl çekildiği hayretler uyandırıcıdır) her izleyişte yeni bir ayrıntı fark eder insan.
Duvardaki Picasso resimleri misal, her yerde bir hayvan olması ve Faron’un etrafından dönüp durmaları. Film alttan alta Faron’u bir Nuh gibi kodluyor sanki. Nihayetinde varılacak hedefin bir gemi olması da bunu destekliyor bir yandan… Sanki imkansızı, bir ahir zaman peygamberini beklermiş gibi, Faron’un Nuh Peygamber olmasını diliyor, olmadığını bile bile üstelik.
Distopyalar, insanlığın korkularını, endişelerini, gelecekle ilgili öngörülemezlikleri besleyip büyüttüğü için hep ilgi gördüler. Modern edebiyatın kuruluşundan itibaren insanoğlunun dünyanın sorunu hazırlayan tür olduğu gerçeği yazılıp çizildi, sinemanın icadıyla filme kaydedildi. Geldiğimiz noktada haksız olduklarını söyleyebilir miyiz? Yalnız distopyaların büyük kısmının umutlu bitmek gibi bir huyu vardır. “Children of Men” insanlığın biricik umudunun o gemiye binişiyle biter, “Soylent Green”de saklanan gerçekten ortaya çıkar.
İnsanların asgari mutluluk ve huzur duygusuyla yaşadıkları bir düzendir ütopya. Tedirgin edici bir unsur bulunmadığı için de siyaset felsefesi dışında pek rağbet görmez açıkçası. Ne edebiyat ne de sinema ilgilenir ütopya ile. Ama yukarıda da belirtiğim gibi distopyaların büyük kısmı umutlu biter. Onların bittiği yerde başlayan şeydir belki de ütopya. Bunu anlatmayı bir yazardan, sinemacıdan beklemek boşuna olacaktır. “Soylent Green”in sokaklarda yatan yoksulları, “Children of Men”in kafeslere tıkılan mültecileri, yaşadığımız dünyanın zorla fabrikalara sürülen işçileri ancak…
- Bir sektör analizi: Filmin sonunda seyirci kaybediyor 16 Mart 2024 04:22
- Hatırlamak mı zor, unutmak mı? 09 Mart 2024 05:08
- ‘Kral’ın hükmü altında! 02 Mart 2024 04:20
- Sıkı bir 'Düğüm' gibi 24 Şubat 2024 04:03
- Sorry 'Madame!' 17 Şubat 2024 04:32
- Reha Erdem, Ken Loach çizgisinde! 10 Şubat 2024 04:15
- Kaurismaki’nin renkli proleterleri 03 Şubat 2024 04:50
- Amerikan kabusu 27 Ocak 2024 04:15
- 'Futbol sadece futboldur' 06 Ocak 2024 04:22
- Demirkubuz bu kez ‘Hayat’a bir şans veriyor 16 Aralık 2023 04:20
- Din, yoksulluk ve erkeklik kıskacında… 09 Aralık 2023 04:20
- ‘Amerikan sapığı’ içimizde mi? 02 Aralık 2023 04:00