14 Mart 2020 20:56

Hasankeyf’e veda!..

Hasankeyf

Fotoğraf: MA

PAZAR
Paylaş

Halo Bekir, sabah güneşi Dicle’nin sularını safran sarısına boyadığında çıkınını dürüp yanına koydu. Şalvarının üstüne dökülen yufka ve peynir kırıntılarını avucunun içine toplayıp dişsiz ağzına attı. Oturduğu yerden ‘offf’layarak da olsa doğruldu. Sırtını yasladığı kayaya tutundu kalkarken. Topal ayağına yük binmemesi için öbür eli ile de koltuk değneğini destek yaptı. Dikilip ayağa kalktığında, sağ yamacında bulunan kalenin burçlarından yansıyan gün ışığı gözüne geliyordu artık.

Dimdik bir karanlık burçlardan sulara doğru iniyordu. Kayadaki göz göz mağaralar betonla doldurulup düz bir duvar haline getirilmişti. Binlerce yıllık mağaraların şimdi yerinde yeller bile esmiyordu! Kalın, kirli, soğuk bir beton ile örtülmüştü kaya...

Mağarasına çıkan daracık keçi yolundan alışkın hareketlerle aşağıya inmeye başladı. Beyaz kireç gibi bir tozla kaplı keçi yolunun kaygan zemininden topal ayağına rağmen adeta sekerek iniyordu. Sapasağlam, gencecik insanların gıdım gıdım ilerlediği yolu o gözü kapalı gidip gelirdi.

Halo Bekir bu mağaralarda doğmuş, büyümüştü. Ömrünün son demlerinin yaklaştığını anlatıyordu ona her gördüğü, işittiği, tattığı şey... Dünya üzerindeki son devranını bu mağaralarda geçirmekten başka da bir beklentisi kalmamıştı hayattan.

Bir göl kadar kıpırtısız hale gelen Dicle’ye doğru yürürken ayrık otlarının arasında sırtı tozlarla kaplı bir çöl varanı gördü. Çöl varanı mor dilini uzatıp çekerek ağır ağır uzaklaşıyordu vadinin içine doğru. Daha önce de defalarca görmüştü bu dev kertenkeleyi. Zararsız bir hayvandı aslında. İlk gördüğü zamanlarda korkmuştu ondan Halo. Onu gören çöl varanının kendisinden daha çok korktuğunu anladığında rahatlamıştı. Koca kertenkele ağır cüssesine rağmen hızla kaçıp vadiye dalıyordu her karşılaştıklarında. Oysa bugün nedense hiç acele etmeden, kuyruğunu sürüyerek ağır ağır geçip gitti yanından. Durup hayvanın ardından baktı bir süre. Onun da kendisi gibi yaşlandığını, hareketlerinin iyice ağırlaştığını görüyordu...

HALO BEKİR’İN SIRRI

Dicle’nin kıyısına inip her zamanki yerine, ceviz ağacının gölgesindeki düz taşın üzerine oturdu. Az ötede su kıpırtısız, renksiz öylece duruyordu. Nehrin eski halini anımsadı. İçi kederle doldu Halo Bekir’in. Baharda yağmuru ve eriyen kar sularını yüklenen nehrin çılgınca akışı geldi gözlerinin önüne. Yanına yaklaşmak bir yana gümbür gümbür sel olup çağlayışını uzaktan izlemek bile insanı ürpertirdi.

Sonra yazın, o dayanılmaz sıcaklarda nazlı nazlı akışını düşündü suyun. Zeynel Bey Türbesi’ne bir taş atımı uzaklıkta, Dicle’nin kıyısındaki tarlada çalışırken, sıcak dayanılmaz hale geldiğinde şalvarını dizine kadar çeker buz gibi nehre girerdi. Kırk elli dereceyi bulan ağustos sıcaklarında Dicle bütün hararetini alırdı Halo Bekir’in. Bileklerinin biraz yukarısına kadar gelen suyun içinde şah balıkları ayaklarının dibinden gelir geçerdi. Yukarıda, masmavi gökyüzünde bir gökkuzgun ya da kızıl akbaba döner de dönerdi...

Filinta gibi bir gençti o zamanlar Halo Bekir. Başında kavak yelleri eserdi. Sevdiği kızın adını yazabilmek için kimsenin ulaşamayacağı dümdüz kayanın dibine kadar yüzerdi. Nefesini tutup suya dalar, kayanın su altında kalan kısmına Halep işi çakısıyla “Mihri” yazardı. Bugün bile Dicle’nin balıklarından ve kendisinden başka kimsenin görmediği o ismi yüreğinin en kuytusunda, bir hazine gibi saklıyordu...

*

“Rojbaş Halo, merhaba!” diye tepesinde biten güvenlikçi Recep’in sesi onu anılardan çekti aldı. Recep, böyle en mahrem anılarının üstüne pat diye gelince, sanki gizi açığa çıkmış gibi utandı, kızardı. “Merhaba” etti gözünü Recep’ten kaçırarak.

Recep teklifsiz geldi yanına oturdu, her zamanki gibi. Çoktan rahmetli olan arkadaşı Süleyman’ın oğluydu Recep. Süleyman’ın ve tam oturduğu yerin karşısında mezarlıkta dikili sivri mezar taşında adı yazan Mihriban’ın!..

"BURADA DOĞDUM BURADA ÖLECEĞİM"

Önceleri babası yaşındaki Halo Bekir’le epey cebelleşmişti Recep, güvenlikçi olduğu günlerde. Ağız dalaşı etmiş olmamış, babası yaşındaki adamı kolundan tutup götürmeye gönlü razı gelmemiş, yalvarmış yakarmış Halo’yu kararından döndürememişti.

Halo Bekir’e ne deseler, ne etseler fayda etmemiş, öldürseler de mağarasından çıkmayacağını söylemişti. Su, mağaraya kadar gelmeyecekti ama yine de köprü tamamen sular altında kalınca karşı kıyı ile iletişim kesilecekti. Halo Bekir buna da kulak asmadı. Sadece yetkililerin değil ailesinin ve yakın çevresinin sözleri karşısında da yüzünü öte yöne dönüp yürüdü gitti. “Hayır” dedi, “Burada doğdum burada öleceğim!..”.

Halo’nun inadını aşamayan Recep’in içinde bir şeyler peydahlandı gide gele. Dicle’yi ve Hasankeyf’i onun gözünden görmeye başladı zamanla. Halo’nun inadını anladı, o da inandı ve işi gücü bırakıp soluğu Halo’nun yanında aldı.

BARİ ÖLÜLERİMİZ BU TOPRAKLARDA KALSIN

Sular milim milim yükselip mezarları da örtmeye başladığında Halo Bekir mağarasından çıkıp mezarlığın başında günlerini geçirmeye başladı. Sabah irili ufaklı taşlarla çevrelenmiş mezarlığı biraz tepeden gören ceviz ağacının gölgesindeki düz kayaya oturuyor, tüm gün yükselen suları ve an ben an üstü örtülen mezarlığı seyrediyordu. Mezarlar taşınırken o ne karısının ne ana babasının mezarının taşınmasına razı gelmedi. Çoğu köylünün de içi elvermedi ölüleri yattıkları yerde rahatsız etmeye. Varsın Dicle’nin suları altında kalsınlar ama bu topraklardan onlar bari ayrılmasınlar diye mezarlarına dokunmadılar.

Yetkililer canlarına minnet bildi. Bir de mezar taşımak, tekrar cenaze töreni yapmak, ağlaşan çığrışan insanlarla uğraşmak zorunda kalmayacaklardı. Tek dertleri, tek başına kalsa bile mağarasından gitmek istemeyen Halo Bekir’in yeni Hasankeyf’e taşınmaya razı gelmesiydi.

Rıza göstermedi Halo. Ne yeni şehre taşındı ne mağarasından bir gıdım bir yere gitmeyi kabul etti. Dicle, suların dibine yazıp yüreğine gömdüğü sırrının, ana babasının, ona yedi evlat veren karısının ve yüzlerce yıl önceki atalarının mezarlarını yutarken gelip ceviz ağacının gölgesindeki düz kayanın üzerine tünedi. Bir zamanlar Azrail gibi başında tebelleş olan güvenlikçi Recep de bir süre sonra ses etmeden yanında oturmaya başladı Halo’nun.

SON HASANKEYFLİLER

İkisi son Hasankeyfliler olarak Dicle sularının on iki bin yıllık kenti yutmasına tanıklık ediyorlardı. Sanki yaşamlarının bundan sonraki anlamı buymuş gibi adeta efsunlanmışçasına gözlerini Dicle’nin sularına dikip bekliyorlardı. Kadim kent, geride kalan her şey ile, anıları, sokakları, türküleri, ağaçları, yürünmekten aşınmış taşlarıyla sulara gömülürken, onlar Hasankeyf’i kutsal bir ölü gibi Dicle’nin sularına uğurluyorlardı.

Ne Halo Bekir ne güvenlikçi Recep, ne de çöl varanı terk etti Hasankeyf’i. Son ağaç, son mezar taşı, vadinin ağzındaki son mağara sularla dolana kadar ayrılmadılar ceviz ağacının dibindeki kayadan. Sular ceviz ağacının kalın gövdesine dolanmaya başladığında sessizce kalkıp vadinin içine doğru yürüdüler.

Kıpkızıl bir yeni ay tek tük çıkmaya başlayan yıldızlara eşlik etti o akşam. Mağaranın güneşten yanmış kayasına sırtlarını verip kalenin üstündeki düzlükte acı acı inleyen çizgili sırtlanın feryatlarını dinlediler. Hasankeyf’in üstünü bir kefen gibi örten Dicle’yi seyrettiler...

Suların öte yanında ise Fırat’ın ve Dicle’nin çocukları nehrin kıyısında toplandılar. Kızlı erkekli el ele tutuşup govende durdular. Canlı cansız tüm mahlukatı zulme karşı kavgaya çağıran serhıldan türküleri ve stranlarla Hasankeyf’e veda ettiler...

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa