05 Şubat 2020 00:30

Yayılmacı dış politika AKP ile başlamadı, AKP ile de bitmeyebilir

Fotoğraf: Kayhan Özer/AA

Paylaş

AKP iktidarının Suriye savaşına Türkiye’yi boylu boyunca dahil etmiş olan dış politikası, İdlib’de yaşanan kayıplarla birlikte yeniden haklı eleştirilerin odak noktasında. AKP içinde yaşanan ayrışmaların ardından her ne kadar Ahmet Davutoğlu, bugün kendi pozisyonunu farklı tarif etse de, Ortadoğu’da taşların yerinden oynadığı bir zamanda Türkiye’nin bu sürece bigane kalamayacağına dair, hem dışişleri bakanı hem de başbakan olarak yaptığı açıklamalar biliniyor. ‘Stratejik derinlik’ söylemini AKP’nin dış politikasına kazandıran isim olan Davutoğlu’nun, Türkiye’nin sınırlarını ve sınır güvenliğini artık eski statü üzerinden belirleyemeyeceğine dair çok sayıda demeci arşivlerde duruyor. İsteyen kolaylıkla ‘google’da kısa bir arama ile de bulabilir.

Bu yazının derdi bu da değil açıkçası.

İdlib’de yaşanan son can kayıplarıyla birlikte tartışılan dış politika zemininin bugün siyasal temsil açısından sahibi AKP iktidarı olsa da, özünde Türkiye yöneten sınıfının AKP öncesine uzanan iddiaları ve bölgesel tercihlerinin göz ardı edilemeyeceği gerçeği asıl mesele. Rusya bugün, Türkiye’nin Suriye’deki varlığını aşamalı olarak süpürürken, onu ABD ve AB eksenine savurmamaya dikkat gösteren bir strateji izliyor. Türkiye’nin Ukrayna’ya desteğinin haber olmasının hemen ardından İdlib’de TSK konvoyunun Rusya destekli Suriye Ordusu’nun hedefi olması, Rusya’nın kendisinin burnunun dibinde AKP Hükümeti’nin top çevirmeye kalkmasına karşı, ona Türkiye’nin burnunun dibinde verdiği bir yanıt gibi oldu. Suriye ordusunun TSK’yi doğrudan hedef aldığı bir sürece gelinmesi, 9 yıldır süren vekalet savaşının hem devamı olan hem de onu aşan bir özellik taşıyor. Bu olayın ardından Rusya’nın, Türkiye’nin bölgedeki hareketine dair kendisine haber vermediğini açıklaması ve Hulusi Akar’ın ise Rusya’ya haber verildiğini dile getirmesi, aynı sahada zaten birbirinin hareketlerinden haberdar olmamaları mümkün olmayan iki aktörün, birbirlerine diplomasinin sınırları içinden yanıt verme hattında durmayı tercih ettiklerinin bir ifadesi olarak okunabilir. Gelinen aşamanın ardından Türkiye’nin İdlib’deki varlığının düne göre daha riskli hale geldiği açık.

Bundan sonra muhtemelen Rusya’nın Türkiye ile köprüleri atmadan, onu Suriye sınırının dışına çıkarmaya yönelik tazyikinin artacağını göreceğiz. Türkiye ile Suriye arasında Moskova’da yapılan ve ilk kez bir tarafın resmi olarak açıkladığı temasın ardından yeni dönemde yeni temasların da gündeme gelmesi şaşırtıcı olmaz. Hem gerilim ve çatışmalı bir ilişki hem de temaslar muhtemelen bir arada yaşanacak. Böylesi bir düğümün çözülme sürecinin, çelişki gibi görünen bu özellikleri birlikte içermesi de şaşırtıcı değil özünde. Sahaya dair güncel gelişmeler ve onun diplomatik zemine yansımalarına dair zaten görünürde olan bağlamlarıyla konuyu dağıtmadan yeniden yazının asıl meselesine dönelim. Suriye savaşının öncesinden bir haber: “Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ve eşi Esma Esad, hem tatil hem de siyaset için Bodrum’a geldi. Özel bir uçakla gelen Esad çiftini, Başbakan Erdoğan ve eşi karşıladı.” (Hürriyet, 5 Ağustos 2008) Birlikte verilen Bodrum fotoğrafının ardından, Suriye’de taşların yerinden oynamasından sonra, Erdoğan’ın ortaya koyduğu performansta kuşkusuz, siyasi bakiyesini borçlu olduğu Milli Türk Talebe Birliği fikriyatına kadar giden özellikler bulabiliriz. Ancak bununla birlikte, Sykes-Picot Antlaşması’nın ortaya çıkardığı Ortadoğu haritasının yaklaşık bir asır sonra yeniden çizilmeye girişildiği bir düzlemde, Türkiye burjuvazisinin rol sahibi olma hedefi atlanarak süreci anlamaya çalışmak, bütünlüklü bir okuma yapmayı imkansız kılacaktır.

Erdoğan’ın, İdlib’deki son sürece dair açıklamalar yaptığı, Ukrayna’nın başkenti Kiev’deki basın toplantısında ifade ettiği şu cümle, Türkiye dış politikasındaki hakim sınıf tercihleri bakımından da bir ipucu veriyordu: “Bu ülkenin asli unsurları olan Kırım Tatar Türklerine Ukrayna makamları ile birlikte destek olmayı sürdüreceğiz.”

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, bağımsızlıklarını ilan eden Orta Asya Cumhuriyetleri, Türkiye’nin siyasal literatürüne ve medya söylemine ‘Türki cumhuriyetler’ olarak girdi. Türkiye burjuvazisi, 1990’ların başından itibaren dış politika hedefleri içinde, Orta Asya’daki cumhuriyetler içinde hegemonyasını güçlendirmeye yönelik kurumsal bir altyapıya da girişti. Dolayısıyla Enver Paşa’ya kadar gitmeye gerek yok. Yakın tarihimizde çeşitli gerekçeler ve tarihsel bağlamlar kurarak inşa edilmeye çalışılan yayılmacı dış politika, bugün de, bu politikaya çok uygun bir siyasal çimentoya sahip AKP iktidarı tarafından sürdürülüyor. AKP sonrasında da, uygun zemin buldukça yeni sahalara doğru yayılmaya çalışmak, bu sınıf politikasının kimyasına uygundur. Tam da bu nedenle, farklı bir denklemi ancak, halkların kardeşliğini savunma yeteneğine sahip farklı bir sınıf politikası ile konuşabiliriz. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...