25 Ocak 2020 00:21

Sorunlu Drakula, liberal Papa

Dracula filminden bir kare

Dracula filminden bir kare

Fotoğraf: Netflix

Paylaş

Bazen sinema salonlarını dolduran filmler o kadar kötü oluyor ki, insanın kalem oynatası gelmiyor. Açıkçası sinema vizyonu açısından bu hafta da öyle. Bu yüzden yakın dönemin çok konuşulan iki yapıtına dair kısa değinmeler yapalım bu hafta da.  

İlki son dönemin konuşulan dizisi “Dracula”. Yakın dönemin övgü alan dizilerinden “Sherlock” ekibi tarafından BBC ortaklığıyla hayata geçirilen ve doksanar dakikalık üç bölümden oluşan dizi ‘kötülük yapma’ motivasyonlarının izini sürüp seyircinin ilgisini çekmeye başarırken ne hikmetse garip bir terapi seansına dönerek son veriyor hikayesine. 20. Yüzyılın arifesinde 1897 yılında Transilvanya’da başlayan dizi ilk iki bölümde polisiyeye meylediyor aslında daha çok.

Dizinin ilk iki bölümü romandaki akışa yakın bir hikaye ile çıkıyor seyircinin karşısına. İngiltere’ye taşınmak isteyen Dracula’ya danışmanlık yapmak için Transilvanya’ya gelen Jonathan Harker’ın esir alınması ve sonra şatodan kaçması her şey olup bittikten sonra geri dönüşlerle geliyor perdeye. Jonathan sığındığı bir manastırda Sister Agatha’ya (Van Helsing kadın rahibe olarak çıkıyor karşımıza) yaşadıklarını anlatıyor. Agatha (bu ismin Agatha Cristie’ye bir gönderme olduğunu düşünmek için çok nedenimiz var) da yaşananları bir polis titizliğiyle anlamaya çalışıyor. İkinci bölüm Agatha ile Dracula’nın karşılıklı satranç oynadıkları bir sahne ile açılıyor. Bu kez anlatıcı Dracula, hikayeyi takip eden yine Agatha. Dracula’nın İngiltere’ye gerçekleştirdiği gemi seyahatindeyiz. Seyirciler gemideki insanları tek tek kimin öldürdüğünü biliyor fakat yolcular bilmediği için yine bir polisiyenin ortasında buluyoruz kendimizi. Nihayetinde katilin tespit edilip cezalandırıldığı bir süreci izliyoruz. Kendi adıma dizinin en iyi çekilmiş ve yazılmış bölümünün bu olduğunu düşüyorum. Henüz izlememiş olanların ağzının tadını kaçırmadan söyleyecek olursak, hikayenin günümüze taşınan üçüncü bölümünde ise Dracula’nın Agatha’ın soyundan gelen bir bilim insanı tarafından çaresiz bırakılışını ve kendisiyle hesaplaşmasını izliyoruz ki “bir dizi ancak kendini bu kadar sabote edebilir” dediğimiz yer de burası. Dracula’nın kanını emdiği insanların özelliğini de alıyor olması, bir bakıma kötülüğün, kam emiciliğin kendinden menkul olmadığı başkaları tarafından beslendiğinin ironisi olarak da okunabilirdi pekala dizide. Ancak, Dracula’nın ölüm ile kurduğu ilişkinin kör gözüm parmağına ortaya çıktığı, terapi seansına dönüşen final bölümü tam bir hayal kırıklığı.

Dracula’nın güç, Agatha’nın tanrı ile dertlerinin bu kadar kolay ve bir çırpıda halledilişinin, aksine “The Two Popes”un karakterlerinin işi o kadar kolay olmuyor. Kardinal Ratzinger  (Papa Benedict) ile Kardinal Jorge Bergoglio (Papa Francis) arasında düşmanlıktan dostluğa dönüşen ilişkinin Katolik Kilisesi’nin dönüşümüyle özdeşleştirildiği bir yapım “The Two Popes.”

“Her Şeyin Teorisi”, “En Karanlık Saat” ve “Bohemian Rhapsody” gibi yakın dönemin öne çıkan yapımlarında imzası bulunan senarist Anthony McCarten’in kaleme aldığı filmin yönetmen koltuğunda ise 2002 tarihli “Tanrı Kent” ile büyük çıkış yakaladıktan sonra “Arka Bahçe”, “Körlük” gibi vasat üstü işlere imza atmış olan Brezilyalı yönetmen Fernando Meirelles oturuyor.

Film Papa 2. Jean Paul’un ölümünün ardından 2005 yılında gerçekleştirilen Papalık seçimi ile açılıyor. Yıllardır bu makama hazırlanan Ratzinger rahatça kazanıyor ama liberal tavırlarına kıllandığı Bergoglio’nun gördüğü teveccüh karşısında da huzursuz oluyor. Bergoglio, memleketi Arjantin’e dönüyor, mütavazı hayatını ve vaazlarını sürdürürken belli ki Vatikan iktidarının bu biçimde parçası olmaktan sıkılıp 2013 yılında emekliliğini istiyor. Papa olduktan sonra Benedict adını alan Ratzinger’in onayını almak için Vatikan’a giden Bergoglio için tanrının başka planları var oysa! Papalık makamından istifa eden ikinci kişi olmaya hazırlanan Benedict, yerine varis olarak Bergoglio’yu bırakmak istemektedir çünkü. İkilinin geniş bir zamana yayılan, dini, kiliseyi ve iktidarı kavrayış biçimlerini karşılıklı tartıştıkları, arada futboldan da bahsettikleri bir istişare süreci başlıyor böylece.  

Anthony Hopkins ve Jonathan Pryce’ın oyunculuklarıyla döktürdüğü iyi yazılmış bir film bu. Binlerce yıllık Katolik Kilisesi’nin dünyadaki değişimler karşısında kayıtsız kalamayacağı gerçeğinin ortaya çıkardığı bir isim olarak Beggoglio ile geleneğin temsilcisi olarak Benedict’in çatışmasından doğan dostluğun da öyküsü aynı zamanda.

“The Two Popes”, dünyayı algılama biçimleri birbirinden farklı olan, aralarında açık bir hiyerarşi bulunmasına rağmen ortak bir dil kurmaya başaran iki yaşla adamın dostluğuna dair film olarak oldukça çarpıcı. Öte yandan yaklaşık iki bin yıldır, bir inanç sisteminin üzerine oturmuş, onunla ilgili her türlü kararları vermiş, geçmişi suçlarla dolu bir kurumun içindeki iki şirin ihtiyar filmi olarak pek bir itici. Geçmişin günahlarının üzerini örtüp, futbol seven, eşcinsellere hoşgörü ile yaklaşan ama asıl olarak yoksul dostu bir papa ile imaj tazelemeye çalışan gerici bir kuruma da sempati duymamız bekleniyorsa bu biraz zor.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa