22 Ocak 2020 00:09

Rusya ve Akdeniz

Rusya ve Akdeniz

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Ortadoğu’da diplomatik inisiyatif Rusya’nın elinde görünüyor, çünkü bölgede silahlı çatışmaya angaje olan yegane büyük güç Rusya. Rusya, Akdeniz’de ilk defa bu kadar güçlü görünüyor. 1770’de Çariçe Katerina’nın donanması Baltık, Atlantik, Cebelitarık rotası üzerinden gizlice süzülerek Çeşme’deki Osmanlı donanmasını ateşe vermişti. Malum, bu manevra ancak rotayı baştan başa kontrol eden Britanya’nın onayıyla mümkün olmuştu. Çarlığın Akdeniz sevdası 1856’da Kırım Savaşı’nı noktalayan Paris Anlaşması’yla son bulmuştu. Osmanlı Devleti’nin Avrupa devletler ailesine kabul edilmesi Britanya ve Fransa’nın Rusya’yı çevreleme stratejisinin bir parçasıydı. O günden bugüne Rusya hiçbir zaman Akdeniz’de bu kadar etkin olmadı.

Çeşme hadisesi Osmanlı’nın deniz gücünü ortadan kaldırmaya yönelik bir hamleydi, yoksa Katerina’nın hedefi Alaçatı’ya yazlık saray kurmak değildi. Çünkü Rusya’nın esas mücadelesi kuzeydeydi. Polonya 1772, 1793 ve nihayet 1795’te Prusya, Avusturya ve Rusya arasında paylaşıldı. Bu Birinci Petro’dan beri başlayan bir sürecin zirvesiydi.

Petro 1703’te Sankt Peterburg’u kurarak Çarlığın merkezini Baltık’a taşımış, 1709’da Poltava Savaşı’yla Baltık’ın eski hakimi İsveç’i yenmiş ve 1721’de Nystad Anlaşması’yla Baltık’ın yeni hakimi olduğunu kabul ettirmişti. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde Rus hakimiyeti Baltık’tan Avrupa’nın ortasına kadar ilerlemişti. Artık Rusya, Avrupa’nın büyük güçlerinden biriydi. Nitekim 1814’te Napoleon’u yenen ittifakın bir üyesi olarak Rus askeri Paris’e girecek, Rus diplomatları Viyana Kongresi’nde Avrupa siyasetini şekillendirecekti.

Birinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin Polonya’dan çekilmesi ile Rusya’nın Avrupa’daki etkisi azalacak, ancak İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde yeniden Doğu Avrupa’ya egemen olacaktı. Bu dönem 1980’lerin sonu-1990’ların başında Sovyetler’in askerini Doğu Avrupa’dan çekmesi, Varşova Paktı’nın dağılması ve nihayet rejim değişikliğiyle kapandı.

1990’larda Rusya önemli kayıplar yaşadı: NATO ve AB Doğu Avrupa’ya doğru genişledi. Bosna ve Kosova savaşlarında sadece Sırbistan değil, hamisi Rusya da yenildi. İstanbul’daki AGİT toplantısında ABD Başkanı Clinton tarafından Çeçenistan vesilesiyle sorguya çekilen Rusya Başkanı Yeltsin, Sovyet Lideri Hruşçev gibi kundurasıyla masa tokmaklamadı ama anında toplantıyı terk etti. 

2000’li yıllarda Rusya birçok uzmanın öngördüğü bir şekilde uluslararası sahneye geri döndü: Bir yandan Sovyet kaynaklarına el koyan oligarkların kontrol altına alınması, diğer yandan hâlâ sırrı çözülemeyen terör saldırıları ve Çeçenistan Savaşı bahanesiyle rejimin militarizasyonu yeni bir dönemi müjdeliyordu, Devr-i Putin. Bugün Putin’in 2000li yılların başında Batı kamuoyunda ne kadar sempatiyle karşılandığını hatırlamakta güçlük çekebiliriz. Ancak, Ağustos 2008’de Rus ordusunun Gürcistan’a müdahalesi bile Pekin’deki Olimpiyat açılışında Putin’in Bush tarafından kucaklanmasını engellememişti. 2014’te Ukrayna’ya müdahale ve Kırım’ın ilhakı, 2015’te Suriye’ye askeri müdahale kamuoyundaki Rus algısını baştan aşağı değiştirdi. Rusya artık dev bir ayının üzerinde nehirlerden geçen Putin imajlarıyla akla gelir oldu. Şimdi Rusya Libya’da, Suriye’de vazgeçilmez bir diplomatik aktör olarak anılıyor. Peki, Libya ve Suriye’nin Rus stratejisindeki yeri ne? Bu krizler nasıl fırsatlar ve riskler yarattı? Rusya ne yapmaya çalışıyor? 

18. yüzyılın başından itibaren bir asır içinde Rusya’yı bir Avrupa gücü haline getiren unsur Baltık ve Doğu Avrupa üzerindeki egemenliğidir. Sovyetler’in çöküşüyle Rusya bu hattı kaybetmiştir. Ortadoğu ve Akdeniz politikası ise Rusya için ikincil önemde bir coğrafyadır; Doğu Avrupa’daki çıkarlarına tabidir ve onlara hizmet eder.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa