19 Ocak 2020 00:14

Hayal

RES

Fotoğraf: Evrensel

PAZAR
Paylaş

İki gün sonra karabaşlı oğlağı kesti Hamza. Ne memesi dikenli tellerle dağlanmış annesi emzirebildi yavruyu ne de başka keçiler süt verdi.

Oğlağın midesinden yazın yapacağı Kopanisti peyniri için mayalık aldı ve ertesi gün sürüyü Karaburun’dan gelen oğluna emanet ettikten sonra İris Gölü’nün yolunu tuttu. Göle üç tekerlekli patpatı ile yarım saatte gitti Hamza. Uzakta Bozdağ’ın tepesindeki karlara doğru sırtı beyaz çizgili incecik bir yılan gibi kıvrılarak uzayıp giden yolun sağında, sarışın kamışlar ve kızıla çalan bataklık otlarıyla örtülüydü göl. Büyük alıcı bir kuş, havada döne döne süzülüyor, gölün üzerine adeta yapışıp kalmış gibi duran pusun içinde bir kaybolup bir görünüyordu. Pus, ne gölün öte yakasının yaslandığı engin tepelerin ardındaki denize doğru gidiyor, ne berideki Bozdağ’dan yana bir meyil veriyordu. Kamışlar ve çok da derin olmayan durgun sularla kaplı gölün tepesinde beyaz bir tül halinde kımıl kımıl ediyordu. 

Gölün tam ortasından açılan kanal ince ışıktan bir duvarı andırıyordu. Hemen kara yolunun bitişiğinden bir başka kanal da gölün güneyine doğru uzuyordu. Bu kanallarla gölün kurutulmak istendiği, kuruyan alanlara ise yazlık evler yapılmasının planlandığı öğrenileli çok olmamıştı.

Neyse ki göl Gümüşhane’de suyu boşaltılıp dibinde hazine aranan Dipsiz Göl gibi tarih olmadan önce kurtarılabildi. Gölü kurtaran belki Dipsiz Göl’ün bu acıklı sonu oldu. Binlerce yıllık Dipsiz Göl’ün kurutulmasına göz yuman sorumlulardan bir kısmının yükselen tepkiyi dindirmek için görevden alınması İris Gölü’nü parselleyip rantçılara satanları da ürkütmüş olacak ki kanalla su boşaltma işi durduruldu. Belki de ortalığın sessizliğe bürünmesi, İris Gölü’nün unutulması ve gündemden çıkması bekleniyordu.

Gölün yüzlerce çeşit kuşun, kurbağanın, yılanın evi olması kimin umurundaydı ki!.. Karaburun Yarımadası’nın tek doğal sulak alanı olmasının ne önemi vardı ki! Birkaç düzine yazlık birkaç kişiyi ihya etmeye yeterdi göl kurutulunca. O ihya olan birkaç kişi de kendilerine bu olanağı sağlayan yetkililere elbette gereken cömertliklerini göstereceklerdi!..

***

RUMLARIN YADİGARI

Mübadele döneminde Karaburun’dan göç etmek zorunda bırakılan Rumlardan yadigar kalmıştı Kopanisti Peyniri. Hamza daha çocuk yaşta babasından öğrendi peynirin yapımını. O günden bu yana da hemen her sene yapıp yapıp sattı. Kendisi için de ayırdı hep bir iki sepet.

 Emek istiyordu Kopanisti. Diğer peynirlerden daha da fazla emek ve katkısız keçi sütü lazımdı yapmak için. Peynir altı suyundan alınan lor yazın temmuz-ağustos sıcağında mayalandıktan sonra içi sırlı çömleklerde en az bir ay boyunca her gün karıştırılıyor, yoğruluyordu. Bir ay kadar sonra keskin bir koku ile lor çatladığında tuz eklemek gerekiyor ve bir on gün kadar da bu halde yoğruluyordu. Sonra sepetlere basılıyor ve üzerine zeytin yağı dökülüyordu.

İris Gölü’nün kıyısında yetişen kuva ya da kındıra denilen diken gibi ince, uzun otlarından yapılıyordu bu sepetler. Sepeti örmesi de ayrı bir incelik ve emek istiyordu.

Kucak kucak söktü kökünden kuvaları Hamza. Patpatının küçük vagonuna doldurdu ve her yanından bağladı, rüzgar uçurmasın diye.

İLK AŞK, İLK AYRILIK...

Dönmeden önce yolu epeyce uzatma pahasına terk edilmiş Sazak köyüne uğradı. Sazak da kopanisti peyniri gibi Rumların yadigarıydı Karaburunlulara. Her taşına hüzün sinmiş sihirli bir yerdi Sazak, Hamza için. Çocukluğunun, ilk gençliğinin gizleri vardı şimdi etleri dökülmüş, çırılçıplak soyulmuş bir iskelet halini alan bu bahtsız, “hayalet köy”de. O, bu köyde ilk aşkı ve ayrılığı tatmıştı...

Tıpkı bugünkü gibi bir kış günü, güneş Sakız Adası’na doğru denizi kızıla boyayarak batarken görünmüştü o “hayal” gözüne. Bir taş evin duvarı üzerinden denize dalıp gitmişti “hayal”. Keçilerin çıngıraklarına dönmüş ve Hamza’ya deniz mavisi gözleriyle uzun uzun bakmıştı. Hamza neredeyse tüm yaşamı boyunca o deniz mavisi gülen bakışları hiç unutmadı. Binyıl boyunca o bakışlara dalıp gitmeyi, o bakışlarda kaybolmayı istedi hep. Oysa “hayal” duvardan inip Badembükü’ye doğru kızıl saçlarını tel tel rüzgarda savurarak, yokuş aşağı adeta uçarcasına inip kaybolmuştu.

Hamza adını “Hayal” koyduğu bu güzel kızı bir daha hiç görmedi. Ama, gençliğinin yüreğini ilk kez bu kadar sıkıp bırakan, boğazına kadar getirip içine taş gibi oturtan bu tuhaf duygu ile tanıştığı anı da hiç unutmadı. Karısıyla evlenmeden önce gelip içini yokladı aynı duygu. Uzun belikli, kara saçlı, ürkek çekik gözlü Yörük güzeline deli divane olduğu günlerde aklından çıkıp gitti o “hayal”. Evlendikten, çoluk çocuğa karıştıktan yıllar sonra yine geldi yüreğinin başına çöreklendi. Sanki daha dün oradaymış da hiç gitmemiş gibi...

YAŞADIĞINI HİSSETMEK!

Şimdilerde, yaşı yetmişi geçmişken o “hayal”e çok ihtiyacı olduğunu hissediyordu Hamza. O “Hayal”in yine içini yakmasını, soluğunu tıkamasını, geceleri kendisini uykusuz bırakmasını özlüyordu. Yaşadığını hissetmek istiyordu Hamza. Ömrünün son demine gelmişken içini kor düşmüşçesine yakan bir “Hayal”i olsun istiyordu.

Günü, Sakız’ın tepelerinde batırdı. Ege anbean karardı ve güneş kızıl saçlı bir “hayal” olup Sakız Adası’nın dağlarına doğru yavaş yavaş yürüdü gitti. “Hayal”in saçlarının son kızıl teli dağların ardında kaybolana kadar yerinden ayrılmadı Hamza.

Dönüşte, kuzinesine irice odunlar atıp harladı. Yan taraftaki kilerde, tavana asılı kavunlardan bir tanesini kesti. Bal gibiydi kavun!..

Sobanın yanına İris Gölü’nden topladığı kuvalardan bir kucak getirip bıraktı. Yere, bin yamalı minderin üzerine oturdu. İnce belli çay bardağındaki rakıyı bir dikişte içti nefessiz. Yanına çıkardığı keskin kokulu kopanisti peynirinden parmaklarıyla küçük bir parça alıp ağzına attı. Küçük küçük yenirdi kopanisti. Tadı da, kokusu da çok keskindi. Alışık olmayanlar için yemesi zor olsa da yanına kavunu yoldaş ettiniz miydi tadına doyum olmazdı.

Dışarıda, ‘dam’ın yanı başında tek düze dönüp duran RES direğinin sesini duymamak için radyonun düğmesine dokundu. İçeriye odun çıtırtıları eşliğinde bir bozlak doldu. Sazak köyündeki “hayal”e aldı götürdü bozlak onu yeniden. Elleri alışkın alışkın sepet örüyor, hiç durmayan rüzgar damın kapısını yokluyor ve o radyodan yükselen türküye eşlik ediyordu.

“Bilmem hayal gibi bilmem düş gibi
Geldi geçti buralardan kış gibi
Şahin pençesine düşmüş kuş gibi
Tuttu birer birer yoldu dert beni”

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...