28 Aralık 2019 23:35

En uzun gece...

Fotoğraf: Evrensel

PAZAR
Paylaş

Zonguldak’ta, Karadeniz’e doğru bir burun gibi uzayan Fener Mahallesinde liman arkasına tepeden bakan bir çınar ağacı var. Tüm yapraklarından soyunmuş bu günlerde. Çıplak dalları bulutlara dokunmak isteyen cılız parmaklar gibi alabildiğince açılmış göğe doğru. Mevsim kışın ortası olsa da tepenin büyük kısmı yemyeşil. Aralarda yaprakları sararmış orman sarmaşıkları yeşilin içine kanaviçe gibi işlenmiş sanki. Böğürtlen, ısırgan ve eğrelti otları da kayaları, ağaçları sarıp sarıp sarmalamış. 

İşte bu tepenin üzerinde bulunur Fener Mahallesi. Gemilere yol gösteren deniz fenerinden gelir adı. Zonguldaklının “Yayla” dediği bu burun, üzerindeki evlerin çoğu Fransızlar tarafından yapıldığı için Fransız Mahallesi olarak da bilinir. 

İçinde paslı ve emektar TKİ kayıklarının bulunduğu liman arkasından Fener Mahallesi’ne doğru giden bir yol vardır. Ortalığı birbirine katan fırtınalı günler haricinde kendi halinde ırgalanan denizin yanı başındaki yoldan yürüyüp biraz ileride bulunan iki tünelin ağzına vardığınızda içinizde bir ses size “Dur! Girme!..” diyecektir.

Dinlemeyin siz de bu sesi! Biz dinlemedik. Çok tekin görülmeseler de her iki tünele de girdik. “Küçükken bize buralardan uzak durun derlerdi” diyen Zonguldaklı arkadaşımın göz korkutma çabası da işe yaramadı...

Yekpare bir kayalığa oyulmuş denize doğru giden tünelin içinde öbek öbek su birikintilerini gördüğümde bir “acaba” geçmedi değil içimden. Eni konu 30 metre kadar uzunluğu bulunan tünelin ucundaki mavilik bu bir anlık duraksamayı alıp götürdü ama. Paslı tren raylarının üzerinde, su birikintilerine basmamak için hoplaya zıplaya gittik öbür uca. Tünelin diplerinde boş şarap ve bira şişeleri, bir zamanlar vızır vızır vagonların çalıştığı, günümüzde ise ıslık çalan rüzgar ve martı çığlıklarından başkaca bir sesin duyulmadığı izbe tünelin şimdiki işlevi hakkında yeterince bilgi veriyordu. 

Tünelin öbür ucunda göz alabildiğine, neredeyse aynı renkte iki mavilik uzanıyordu. Maviliğin birinin üzerinde, tabloya özenle çizilmiş bir resim kadar kıpırtısız duran kırmızı-beyaz kuşaklı uzun bir yük gemisi denizi gökyüzünden ayırıyordu. 

Sarp bir uçurum gibi dimdik iniyordu tünelin ucu denize. Ki burada eskiden nereye yanaşıyordu gemi, nerede boşaltıyordu vagonları belli değildi. Ömrü bu kentte geçmiş Zonguldaklı arkadaşım da bilmiyordu bunu. Sonradan öğrendim ki lauvarda yıkanan kömürden geriye kalan işe yaramaz taş ve kayalar vagonlarla buraya getirilip denize tumba ediliyormuş. 

Birincinin hemen çaprazına düşen, tepenin içine doğru küçük bir midibüs sığacak genişlikte oyulmuş ikinci tünelin öbür ucu görünmüyordu ama içerisi sarı ışık veren ampullerle aydınlatılmıştı. Kaldırım taşı ile döşenmiş zemini, yan taraflarında tünelin tavanından sızan suların aktığı kanalları, tertemiz duvarları ile bu şirin tünel yaklaşık 200 metre uzunluktaydı. Tünelin hemen çıkışına kondurulan denizi tepeden gören seyir terası, duvarlarındaki yazılara bakılacak olursa aşıkların ve ayrılanların buluşma mekanıydı. 

KELEBEK ÖMÜRLÜ İKİ ŞAİR

Geniş bahçeleri olan Fransız evlerinin arasındaki yol boyunca “anıt ağaç” tabelaları asılı çınarlar diziliydi. Her biri 150-200 yaşlarındaki bu doğu çınarlarının diplerini örten sarı yapraklar günlük güneşli havaya rağmen kışta olduğumuzu unutturmuyordu. 

Orman gülleri, böğürtlen çalıları ile çevrelenmiş yemyeşil bir doğanın içerisindeki bu güzelim mahallede yürürken yirmili yaşlarda ölen iki Zonguldaklı şairi düşündüm. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’yu. Her ikisi de veremden ölen bu şairlerin yaşamları ülkemizde daha çok “Kelebeğin Rüyası” filmi ile öğrenildi. 

Zonguldaklı bu iki şair, kısacık yaşamlarının bir bölümünü şimdi yürüdüğümüz bu yollarda, bu ağaçların altında, elleri ceplerinde dolaşarak, aç, sefil veremle savaşarak ve ancak erkence öleceklerini bilenlerin yazabileceği şiirleri yazarak geçirmişlerdi. 

“Ağaç, kuş ve güneş

Sizi dertsiz bildim

Dertli günümde.”

Dizelerinin sahibi Rüştü Onur sevdiğinden ebedi ayrılığı da tadarak 22 yaşında yumar gözünü dünyaya. Verem tedavisi için İstanbul’a giderken vapurda tanışıp aşık olduğu, sonra evlendiği Mediha Sessiz hanımın, evliliklerinin 18. günü karın zarı iltihabı nedeniyle ölmesi onun da ölümü olur adeta. Hastalığa direnme gücünü tamamen yitiren Onur, eşinin ölümüne 12 gün dayanabilir. Soğuk bir aralık günü ciğerlerinden gelen kanda boğularak ölür!.. 

“Diyecekler ki arkamdan

Ben öldükten sonra

O, yalnız şiir yazardı

Ve yağmurlu gecelerde

Elleri cebinde gezerdi”

Diyen Muzaffer Tayyip Uslu da “parasızlıktan imanı gevreyerek”, tedavi olamadığı verem hastalığından bir deri bir kemik kalana kadar eriyerek, Zonguldak’ta anasının kucağında can verdiğinde 26 yaşındadır! 

Orta Anadolu’da bir bozlak vardır. Verem hastalığının çok yaygın olduğu yıllarda sevda yüzünden verem olanları ve ölenleri anlatır; 

“El çek tabip el çek benim yaremden 

Ölürüm kurtulmam ben bu veremden”

Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu tıpkı bozlaktaki gibi ölmüşlerdir. Sevdadan, yoksulluktan, şairlikten...

Eskilerin “Şeb-i yelda” dedikleri en uzun gecede dönüş yoluna düştüm. Zonguldak - İzmir arasında, karşıdan fırtına derecesinde esen rüzgara karşı giden bir otobüste saatlerce Zonguldaklı şair arkadaşları düşündüm. Onların hastalık, parasızlık ve aşk acısı ile geçen günleri, geceleri geldi gözümün önüne. Divan şairi Bosnalı Sabit dedim, ne de güzel anlatmış kısacık yaşamlarına en uzun geceleri sığdıranları...

“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir, 

Mübtelâ-yı gama sor, kim geceler kaç saat...” 

Sabit

Yeni yılda gündüz ve gecelerinize keder uğramasın...

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...