22 Kasım 2019 00:55

Küçük buluşmalar, büyük birikimler

Fotoğraf: Ezgi Görgü/EVRENSEL

Paylaş

Bu yıl ocak ayından 8 Mart’a, 8 Mart’tan 1 Mayıs’a, 1 Mayıs’tan 25 Kasım’a uzanan süreçte “Krize, Şiddete, Eşitsizliğe Karşı Gücümüz Birliğimiz” diyerek bir kampanya yürüttük. Temel hedefimiz krizi, şiddeti ve eşitsizliği en derinden yaşayan işçi emekçi kadınlarla, başlayıp biten değil, derinleşen, yarına kalan, çeperini genişleten birlikleri, ilişkileri inşa etmekti.

Yüzlerce kadınla yan yana geldik. Konuştuk, düşündük, yaşadıklarımızı tarttık, olan bitenden sonuçlar çıkardık, birlikte hareket edebileceğimiz, güçlenebileceğimiz, değiştirebileceğimiz birliktelikleri nasıl yaratabileceğimizi tartıştık.

Bu buluşmalar evlerde, bir sokağa yan yana dizilmiş atölyelerin arasındaki küçük çay ocağında, mahalle derneğinde, muhtarlık bahçesinde, küçük bir parkta, sendika bürolarında, belediyelerin sosyal tesislerinde, fabrikaların çay molalarında, servis duraklarında, yurt odalarında, kampüsteki öğrenci kulüplerinde gerçekleşti. Her bir buluşma yenisini doğurdu içinden. Bir kadın işçi, aynı fabrikada çalıştığı bant arkadaşlarından her gün servis bekledikleri durağa sabah 15 dakika erken gelmelerini isteyerek bir buluşma organize etti örneğin. O 15 dakikaya bir de akşam iş çıkışı yarım saati ekledik. Bu kısa sohbetlerde işyerindeki koşulların nasıl ağırlaştığından tutun katmerlenen, vahşileşen şiddete, çocuk istismarlarından eğitim sistemine, adaletsiz yargı kararlarından hep patrondan yana olan yasalara, şaşaalı bebek mevlitlerinde sembolleşen sınıfsal ayrımlardan kimin kimle aynı gemide olduğuna kadar pek çok konuyu konuşabilmek bir marifetti; kadınlarda bu marifet de istek de vardı.

Kadınlar çocukları bırakacak yer bulamaz da buluşmaya gelemezler diye evinin salonunu çocukları eğlemek için oyun alanına çeviren, yan bahçede buluşan kadınlara kulak kabartıp evinin penceresinden dert anlatan, “Bu kağıtlardan bana da verin, İŞKUR’a başvuruya gidiyorum, orada bunları okuyacak çok kadın var, hepimiz tanış olduk artık” diye bir tomar broşürü kucaklayıp götürenlerin çabaları da ayrı güzeldi.

Kahvaltıda, film gösteriminde, tiyatro organizasyonunda, koro çalışmasında, birlikte spor yaparken, akşam çayında, öğlen paydosunda, servis durağında, kampüste, yurtta, İŞKUR kuyruğunda buluştuğumuz her bir kadının dilinden şu iki cümleyi muhakkak duyduk: “Bıktık artık!” ve “Bilmek lazım...”

Bu “bıktık artık”ta korkunun da cesaretin de isyanın da ne yapacağını bilmemenin de yeri vardı. Gelecekten korkunun, “Kaybedecek bir şeyimiz kalmadı, bir şeyler yapalım” cümlesindeki cesarete dönüşmesi arasında bazen sadece beş cümle oldu. Öfkesini nereye yönelteceğini, ne yapılabileceğini bilmeyişin umutsuzluğunun, bir dünya öneri sunarak buluşmaya katılan kadınların önünü açmaya evrilmesi kimi zaman yalnızca on dakika sürüyordu. “Bilmek lazım”; şiddetin, tacizin, istismarın, yoksulluğun ne olduğunu, ne kadar arttığını birilerinin “bildirmesine” duyulan ihtiyaç değildi elbette. Gündelik hayatta bir özbilgi olarak zaten deneyimlenen sorunların birbiriyle nasıl bağlandığını, saldırı altında olan haklarımıza sahip çıkmanın neden önemli olduğunu, buna karşı verilen mücadelenin neyi değiştirebileceğini, bu mücadelede üç beş kişilik küçük birlikteliklerimizi “küçümsememenin” neden önemli olduğunu, bu birlikteliklerin mahallemizde, okulumuzda, işyerimizde neleri değiştirebileceğini konuştukça muhakkak “bunları bilmek, daha çok anlatmak lazım” cümlesi çıktı. Kadınların “çoğalmaktan” kastı çoğu zaman oluk oluk sokağa çıkmak, buluşmaya 15 kişinin değil de, yüzlerce kişinin gelmesiydi örneğin. “Neden bugün böyle ol(a)mıyor, kadınların önündeki engeller ne, memleketin siyasal ve ekonomik çalkantılarının ve baskı ortamının bundaki etkisi ne?” tartışmasını yaparken kadınlara kapatılan “büyük siyaset” meseleleri ile küçük, gündelik dertlerimiz arasındaki bağları kurmak hiç de zor olmadı.

Bu iki cümleyi aklımızda tutup, son iki ayda onlarca yerde “Yaşamak İçin Bilmeliyim” etkinlikleri yaptık; kadınların adını duysa da büyük oranda içeriğini bilmediği şiddeti önleme yasasını, İstanbul Sözleşmesini, nafaka hakkını, çocuk istismarına evlilik yoluyla getirilecek olan affın kapsamını, çalışma yaşamına hakları, bunların neden kağıt üstünde kaldığını, bugün iktidarın bunları kağıt üstünde bile bırakmamak için yürüttüğü yok etme hamlelerinin aslında neyi hedeflediğini konuştuk. İktidarın “aile” diye tutturmasının sosyal hakların tırpanlanmasıyla, ekonomi politikalarıyla, güvencesizleştirmeyle, yalnızlaştırıp eve hapsetmeyle, devletin bütün yükünü kadınların sırtına yıkmasıyla, bunun din-iman-kutsallık payeleriyle süslenmesiyle, “makbul anneliğin” işleviyle ilişkisini tartıştık.

Kentlerin çeperlerinde bir oda bir hırkaya şükretmesi istenen... Üç öğün doyasıya yemek yenecek, kaygı duymadan ay sonu getirilecek bir gelirin yokluğunda... Yaşamanın keyfini çıkarmayı bırakın, yaşadığını hissedebilecek koşulların fersah fersah uzağında çalışmak ve yaşamak zorunda bırakılan... İnsanlık dışı koşullardaki işlere “aman hiç değilse işim var” diye sahip çıkmak durumunda kalan... İstismarın, dayağın, tacizin, sömürünün, yok sayılmanın, aşağılanmanın bin türlüsünü yaşayan milyon milyon kadın... 25 Kasım akşamı kent merkezlerinde ortak dertlerden muzdarip kadınların gerçekleştirdiği eylemlere, açıklamalara şimdilik katıl(a)mayacaklar belki. Ama o milyonların kendi çokluklarını hissedebilecekleri, bugün dünyanın pek çok yerinde örnekleri büyüyen büyük eylem günlerinin çok uzakta olmaması için biriktirmeliyiz. Bitmeyen sebat, bol inat, çok marifet, büyük gayret göstererek...

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...