31 Temmuz 2019 23:46

"Demokrasi"; taklacılık ve 'Gestapo mantığı'

"Demokrasi"; taklacılık ve 'Gestapo mantığı'

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Türkiye’nin hızlı değişkenlikle belirgin siyasal “atmosferi”nde hergün birilerinin fikren ve fiilen yok edilmesi gereken hedef haline getirilmesi, iktidar oligarşisiyle onun sayesinde servet ve ikbal edinmiş ayrıcalıklı tabakanın takviye etmeye çalıştığı egemen siyasal-kültürel anlayışın olmaz ise olmaz “eylem”lerinden biridir. Bu politika ve eylemi, burjuva demokratik hakların (ne kadar sözü edilebilir olduğu ayrı bir sorundur) toplumun büyük çoğunluğuna yasak olduğu bir “demokrasi”nin sürdürülmesinin gereklerinden biri  sayılır.

“Gelenek”, daha çok eskinin devralınıp yaşatılmasını anımsatsa da, yeni birtakım “dokunulmazlık”larla takviye edilmesi işten bile değildir. Ne kadar sürer, ne türden etkenler işin içine girer, ekonomik-sosyal gelişmelerle bağlı olarak sınıflar arası ilişkilerde ne gibi değişiklikler yaşanır birebir bilmek mümkün olmasa da, kimilerinin “geldi gelecek”(!) yaptığı; diğer kimilerinin “şu kadar daha fazlası olsa daha iyi olur” diye burjuvaziyi “akıl yolu”na çağırarak kutsamaya kalkıştığı sistem içi “demokratik reformlar” beklentisinin ne denli boşuna olduğunu gösteren çok fazla sayıda olayın yaşandığı bir dönemdeyiz. Saray iktidarı, çatıyı üzerine inşa ettiği temelde görülen sarsıntıların artıp direkleri de sarstığını gördükçe, daha demokratlaşmıyor; aksine mengeneyi daha fazla sıkmaya ihtiyaç duyuyor ve sıkıyor.

Bunu yaparken “sağ muhafazakar ve milliyetçi geleneğin on yıllar boyu biriktirdiği” siyasal-askeri ve kültürel cephaneliği hem daha etkili şekilde kullanmayı hem de yeni unsurlarla takviye ederek pekiştirmeyi, “kayıtsız-şartsız bir egemenlik” adına gerekli görüyor. Yeni başvurulmuş bir iş ya da durum değildir bu. On yıllardır sürüyor ve şimdilerde “beka” ile birlikte “şehit ve gaziler” söylemiyle takviyesi sürdürülmeye çalışılıyor.  Burjuvazi eskilerde de “millet-vatan-bayrak-dil-din” vurgusuna; düşman arama-bulma ve gösterme politikasına; ihanet kavramına sarılmaya ve “şehitlik makamı”na övgüler düzerek “kudsiyet”i halk kitlelerinin; maddi zenginlikleri ve her düzeyde yönetim işlerini kendisinin hanesine yazmaya ihtiyaç duyardı ve “yatkın”dı. Ancak bu ihtiyaç duyma ve yatkınlık hali şimdilerde daha belirgin hal almıştır. Tekelci rekabetin ekonomiden politikaya sonuçları keskin ve sert biçimleriyle ortaya çıktıkça, zararın en fazlasının “en alt sınıf”lar tarafından çekilmesi-kader değilse de-, açık ve net haliyle sınıfsallık gösteren işçi-emekçi mücadelesinin “taşkın biçimler”iyle görülmediği bugünkü gibi durumlarda kaçınılmazdır.

Böylesi durumlarda egemenin kılıcının muhalif olanların en öndekileri ilk sıralarda olmak üzere tüm muhaliflerin boyunlarına inme “iradesi” daha güçlü olacağı gibi, en geridekilerin seslerini hiç çıkarmayacak duruma düşürülmeleri de, ileridekilerin etkisizleştirilmesinin koşullarından biri olarak görülür. İşçi ve emekçilerin “kanı-canı pahasına üretilmiş olan toplumsal zenginlik” üzerinde tepinenler, bu durumu sürdürmek için, ayrıcalıklı “paylaşım” koşullarını korumayı “milletin ve vatanın bugünü ve geleceği” adına “ölüm-kalım sorunu” düzeyinde önemli göstererek, bu zenginliklerden en az yararlananlarla çocuklarını “şehadete” çağırırlar. Egemen hale getirilmiş düşünce sistematiğine göre, var olana muhalefet etmek “hainlik olacağı”ndan, “hainleri cizalandırmak” hem “sevap”(!) hem de “vatanseverlik” sayılır. Garip olan ama şaşırtıcı olmaması gereken, çanaktan beslenen her türden taklacıyla havuz kirini sermaye edinerek miras bırakmaya çalışanların bir koro halinde, “barıştan, demokrasiden, insan haklarından” sözedilmesini dahi ihanetle eş gösterip “gününü gün etme”ye çalışmalarıdır.

Böylesi durumlar ister istemez McChartizmi, Gestapo cengâverliğini çağrıştırır. İlericisi, devrimcisi, sosyalisti, sosyal demokratı, hatta dindarı hedefe koymada herhangi sınır tanımayan kıyıcı zorbalık yandaşları, önlerine atılan ‘muhalif cesetler’e basarak dönemlerinin “sonu gelmez olması” için baş vurmadık alçaklık bırakmamışlardı. Bu türler bizim ülkemiz dahil dünyanın birçok ülkesinde, farklı kurumlardaki kürsülere ve para kasalarına tünemiş vaziyette, baskı çemberinin daha da daraltılması için bağırıp duruyorlar. Anayasa Mahkemesi’nin “Barış Bildirisi” yayımlayan ilerici aydınların başvurusu üzerine aldığı karar karşısında gösterilen tepki bunun bariz bir örneğidir.

Bu “fikir ve zikir sahipliği”ne göre, Erdoğan iktidarının politikalarına karşı çıkma tutumu ihanetle eştir ve ezilmesi şarttır. Bu politikaların son bulmasını istemek “terör destekçiliği”dir ve her türden araçla bastırılıp etkisiz kılınmalıdır. Kral yolu açınca, kralcıların yarışta öne geçmek için birbirlerini ezmekten dahi kaçınmamaları ilk kez görülmüyor. Bahçeli el-kol hareketlerinin ritmiyle ikide bir “ya fethetmeli ya ateşe vermeli!” diye tekrarlıyor ya, Saray eşiğine yüz sürerek kaptıkları akademik kürsü ve olanakları kaybetmek istemeyenler de, iktidarın yasa tanımaz fiili baskı politikasının eleştirisiz ve engelsiz devamını savunuyor, demokratik haklar mücadelesine karşı gerici barikatın sarsılmaması için sistemin “en üst yargı kurumu”nun burjuva hakkı çerçevesindeki küçük bir adımını dahi ihanetle eş gösteriyorlar.

Ama yaşamın yasasıdır; zulmetmeyi politika edinenlerle onlara payandalığı üstlenenler tarihin her döneminde, kitlelerin büyük çoğunluğunca lanetlenmekten kurtulamamış; işçi sınıfı ve emekçilerin burjuva iktidarına ve onun baskı politikalarına karşı mücadelesinin yükselmesiyle birlikte ya kaçmış ya da pısıp susmuşlardır. Türkiye’nin bundan azade olmadığını anımsatmak bile gereksizdir. Tekelci sermaye ve burjuva gericiliğinin baskı çemberi yarılacak; burjuva reformizminin tuzakları aşılarak işçi-emekçi demokrasisi ve sosyalizmin bayrağı er-geç dalgalandırılacaktır.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa