06 Temmuz 2019 23:56

Memleketsel anksiyete: Bu pazar yazmasam ne olur?

Memleketsel anksiyete: Bu pazar yazmasam ne olur?

Görsel: Pixabay

PAZAR
Paylaş

Mesela, ağaç altında gölge bir masa bulsam, okkalı kahve söylesem kendime, yanında nane likörü, fıstıklı lokum. Sadece fincan, tabak ve bardakta gelse, üzerinde süslü kılıçlar, işlemeli bakır kapaklar olmadan. Uzatsam ayaklarımı diğer sandalyeye, açsam bir romanı kaldığım yerinden heyecanla, arada esse de saçlarım yüzümü gıdıklasa, kitaba uğur böceği düşse, hiç telefon çalmasa, bakmasam hiçbir mesaja.

Olmaz ama tren kazasında sevdiklerini yitiren insanlara saldırdılar duruşma salonunda, yüzlerine sırıttılar çıldırtana kadar, sonra terk edip gittiler mahkeme salonunu, bir yıldır bekletmemişler gibi. Vebali kalır üzerimde, paylaşılmayan derdin hatırı kalır. Ne yaptılar acaba?

Diyorum ki atlasam arabaya varsam bir kumsala, şezlong da değil, havlu sersem yere, sırtımda sıcak taşların izi çıkana kadar uzansam üzerinde, öyle sessiz olsa ki suyu duysam, çıkırdasa taşlar her dalga vurduğunda, iyot kokusu taze midyeyle karışık gelse burnuma. Süratli hiçbir taşıt geçmese, motorlar çalışmasa, köpükler oluşmasa deniz üzerinde, ayağıma yosun dolaşmadan ellerim buruşana kadar yüzsem.

Güneşin batışını izlesem yattığım yerde biraz kımıldanıp, ıslak saçlarımla serinlesem, sonra kızarmış biber kokusunu takip ederek otursam bir masada muhabbete üzerimde tuzumla. Balık taze çıkmış denizden, mangalın çizgileri üzerinde, ehlikeyf terlese önümde, analog gelse müzik kulağıma bir plakçalardan, ezbere bildiğimi fark etsem bir şarkıyı, hatta belki kalkıp dans etsek oracıkta, terlikleri bile giymeye ihtiyaç duymadan.

Ayıp mı olur çok fazla masum var hapishanelerde, balığa, plağa, denizin kokusuna hasret? Tenha geçiyorsa duruşmalar hava sıcak diye adliyelerde, bozuluyor mudur moralleri dersin?

Aslında bir sırt çantasına 3 parça eşya koyup en uygun, en yakın bilet nereyeyse oraya kaçmak var. Dilini bilmediğim bir ülke olsa keşke.

Nereye gittiğimi bilmeden rastgele sokaklara dalarım, evlerin ışıkları yanana kadar avare avare dolanırım. Anlamadığım menülerde rastgele bir satıra parmağımı koyup şansıma çıkanı beklerim. Yeni olan ne varsa lezzetli gelir zaten bana. Müze görürsem girerim, görmezsem girmem. Böyle zaman bol olursa haritada yer aramakla bile uğraşmam, yer-yön bulma güdümü test ederim. Sanki yerleşmeye gelmiş de adım adım ısınıyormuş, tanışmaya çalışıyormuş ağırlığında varırım tadına.

Ama işte Euro, Dolar almış başını gitmiş sonra pişman olmak da var harcadığına. Hem kaç bin kişinin pasaportu yok elinde, nispet yapar gibi olmaz mı? Onların da gönlü çeker de aklı kalmaz mı?

Hiçbiri tam tat vermeyecek bari ömrümüzün kim bilir kaç yazı kaldı ki deyip yürürken etrafı dinleyip şehri ve insanları bir kez daha seveyim dedim o zaman.

Beyoğlu’nun Arnavut kaldırımlı sokaklarından biri, sokak sulamış yine iklim değişikliğinden, kaynakların dikkatli kullanımından haberi olmayan birileri. Sokak suyla ıslanınca güzel de kokuyor gerçi.

Çocuğun biri akordeon çalıyor. Ortam “imkanı olan aşık olsun” diye bağırıyor. Dükkan önüne iki hasır tabure atmış tekel bayisi, arkadaşıyla sohbet ediyor:

“Abi o S-400’ler bayağı bela olacak başımıza aha buraya yazıyorum. Yok savunmaymış yok bilmem ne yedirirler mi öyle aleti bize.”

Şişli’de bir kuaför salonu, içerisi mis gibi kadın parfümü kokuyor. Nostalji radyo açmışlar içeride, Que Sera Sera çalıyor. Dükkanın önündeki alanı çiçekli saksılarla güzelce çevirip rahat bir kanepe ve sehpa koymuşlar. 60’ları geride bıraktığı belli olan bir abla, penye elbisesini toplamış, bir ayağını altına almış, öbürünü sehpaya uzatmış, fincan tabağını göbeğine koymuş, fal bakıyor: “Doların var senin, az ama var bak burada işareti çıkmış. Tam dara düştüğünde o dolar bir çıkacak, oh diyeceksin bak iyi ki almışım zamanında, 3 vakte kadar diyorum bak 5 vakti bulmaz. Sıkıntıdan kurtaracak seni o dolarlar. Sen şimdi hiç elleme onları” diyor. Karşısındaki kadının ayak parmakları arasında pamuklar var, el parmakları açık. Ojenin kurumasını bekliyor. Dikkatlice bir sigara çekiyor paketten. “Tabii tabii elimi bile sürmem, erken seçim olursa dolar 10’u görür dediler” diyor.

Geçende de kağıt toplayan gençten bir çocuk, berberin kapısından uzanıp “Abi sizde Twitter var mı? Varsa bakar mısın Trump ölmüş diye duydum birilerinden yolda, ciddi mi ya?” diye sordu. Bir de yara bandı aldı, karşılıksız olmasın diye herhalde.

Bilmiyorum dünyada herkes nasıl yaşıyor ve ne konuşuyor ama sanki biz aykırı gidiyoruz dünyanın akışına, dünyanın kalanının gündelik yaşamına.

Hatırlar, veballer, utançlar, ukdeler, ayıplar, vicdan, empati, hüzün, melankoli, hasret var omuzlarımızda. Kocaman korkularımız var. Birileri ekti içimize, suluyor her gün. Herkeste farklı boy atıyor, türleri farklı farklı.

Elimizdeki her şeyi kaybetmekten, fakirleşmekten, işsizlikten, bombalardan, yeni seçimlerden, azarlardan, cezalardan, tutuklanmaktan, mağdurken daha da mağdur olmaktan, adı asla öğrenilmeyecek bir gizli tanığın ifadesine binaen ömür boyu hapis yatmaktan, bir sevdiğin yolunu gözlerken kaza haberini almaktan, mağdurken daha da mağdur, haklıyken suçlu olmaktan.

Korkuyla yaşıyoruz. Öyle sıradan, sair bir huy gibi içimizde bir yerde her gün defalarca uyanıp duran korkular var. Egzozu patlayan arabaların yedi ceddine sövmemiz de geç saatte çalan telefona bakakalmamız da devriyelerin etrafından dönerken açıyı geniş almamız da hep bundan.

İsveçli Filozof Lars Fr. H. Svendsen, Korkunun Felsefesi kitabında şöyle anlatıyor: “Korku, evrimsel bir fenomendir. Çünkü korku hissetme yetisine sahip olmayan bir yaratığın hayatta kalma şansı hayli düşüktür. Korkunun çoğunlukla bize büyük yardımının dokunduğu aşikardır. Bizi daha hazırlıklı olmaya sevk ederek tehlikeli durumlardan uzak durmamıza yardımcı olur ve böyle durumlara düşecek kadar ileri gitmekten alıkoyar. Fakat korku aynı zamanda işlevsiz hale de gelebilir. Korku ile nesnesi arasında uyumsuzluk baş gösterdiğinde ya da ‘aklımızın başımızdan gitmesine’ neden olduğunda işlevini yitirir.”

Psikoloji bilimi de “Korku daha çok ortaya çıkan tehlikelere karşı gösterilen bir tepki iken kaygı gelecekle ilgili endişeleri içerir” diyor.

Kaygı, gelecekte ortaya çıkabilecek tehlikelere karşı bedenimiz ve düşüncelerimizdeki değişiklikler, anksiyete ise nedeni belli olmayan tedirginlik hali olarak izah ediliyor.

Sanırım bizde “memleketsel anksiyete” tabir edilebilecek bir bozukluk tezahür ediyor.

Bir şeylere özensek de hep biraz buruk, heyecanlansak bile içten içe kendimizi ayıplayarak, heveslerimizde  bile korku, neşemizde gizli bir hayıf.

Biz hep böyle biraz eksik.

Üzerine düşününce antibiyotiği adalet, ağrı kesicisi liyakat, vitamini özgürlük gibi.

Korkuyu aşmak kolay: Çünkü korku duvarımız hareketli, belirsiz, renksiz. Cezaların mesnedi yok, bir şey yapmanız ya da yapmamanızın koruyuculuğu artık yok.

Adı bilinmez gizli tanıkların ifadeleriyle gizli soruşturulup, başkasının yazdığı yazıyı beğenmek suçundan ceza verilebiliyor. Hangi taşıt kaza yapacak hangi kurşun kimi nerede bulacak belli değil.

Adam Phillips diye bir psikanalist bir fıkra ile örneklendiriyor vaziyeti: “Londra’da evinin önüne mısır taneleri atan adama soruyorlar: Neden?

Adam “Kaplanlar gelmesin diye” diyor. Zaten etrafta hiç kaplan yok ki? diyorlar. “E işte demek ki işe yarıyor” diyor.

Bir talihsizliğin bizi bulmaması gerçekte ona karşı doğru bir tutum takındığımızın garantisini vermiyor.

Bu sırtımızdaki hayıf yükünü atabilmek için korkularla yüzleşip, kaygılarla vedalaşıp anksiyete halinden çıkmamız gerek. Yoksa yek bir ömür vardı o da çocukluğumuzda dondurmadan aldığımız tadı bile özleyerek geçip gidecek.

Bertrand Russel, “An Outline of Intellectual Rubbish”te “Korku batıl inancın ana kaynağı ve zulmün ana kaynaklarından biridir. Korkuyu zapt etmek, hem hakikat peşinde koşarken hem de yaşamaya değer bir hayat için çabalarken, bilgeliğin ilk adımıdır” diyor.

Korkuyu zapt edelim, susmak kazandırmıyor.

Ali Rıza Gelirli, Tahakkümün Anatomisi kitabında Anarşist Alman düşünür Gustav Landauer’in “Devlet insanlar arasındaki ilişki tarzıyla var olur, beslenir, güçlenir, sömürür ve öldürür. Devlet otoriter ve hiyerarşik örgütlenmelerle iktidara talip olmakla değil, insanlar arasında devletin kendini yeniden üretmediği yeni ilişkiler, özgürlükçü ve dayanışmacı yeni bir hayat tarzı kurularak yıkılabilir” görüşünden feyz alıp ancak devletin değil günlük hayatta içimizdeki Mega Makina’yı yıkabilmenin yolu olarak “bilinçaltımızdaki iktidarı yıkmaktan” bahsediyor.

Zihnimizdeki korkuları yendiğimiz, bilinçaltımızdaki iktidarın egemenliğinden kurtulduğumuz gün gök ayrı deniz ayrı mavi olacak.

Bu pazar yazmasam ne olurdu? İçimde kalırdı.

Maviliklere, korkmadan...

Pazar’a not: Bugün Rıfat Ilgaz’ın ölüm yıl dönümü. Madımak’tan sonra 5 gün dayanmış dostların acısına. Bir şair daha aldı bizden temmuz ayı, küçük İskender ile bir yerlerde buluşmuşlardır dilerim.

Tam yerine geldi, buraya Rıfat Ilgaz’dan bir şiir bırakayım isterim, tüm şairlerin ruhuna değsin:

Şiirde
Önce şiirde sevdim kavgayı
Özgürlüğü kelime kelime şiirde.
Mısra mısra sevdim yaşamayı,
Öfkeyi de sevinci de…
Senin ışıklı günlerin,
Benim iyimser dostlarım
Hepsi hepsi şiirde.
Ne varsa yitirdiğim…
Bütün bulduklarım şiirde.
Kafiyeden önce gelen
Sevgilerimiz mi sade,
Sürgün de var
Hapis de.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...