23 Haziran 2019 00:30

Ayıpsa ayıp: Mutlu oldum bir ara...

Ayıpsa ayıp: Mutlu oldum bir ara...

Fotoğraf: Pixabay

PAZAR
Paylaş

Bu ülkede mutlu olduğun anları yazmak iyi karşılanmıyor artık. Mutluluk bize lüks addedilmiş. Sanki süt banyosu yaparken elinde pahalı bir şampanya kadehi ile kameralara poz vermişsin gibi ayıp algılanıyor. Onca yoksulluk varken ve bir de bunca çile, sen kimsin ki mutlu olabilirsin ve bunu gözümüze sokarcasına anlatabilirsin?

Hiç insan mutlu oldu diye marjinalleşebilir mi?

Barış istiyorum demenin cesaret istediği yerde mutluluk da öz eleştiriye tabii. Yine de yazacağım:

Her şeyin çok güzel olduğu bir hafta geçirdim.
Uzaktaydım, Berlin’de.

Yazıya müzik eklemek mümkün olsa Ahmet Kaya’dan çalardım:

Çok uzakta öyle bir yer var
O yerlerde mutluluk var
Bölüşülmeye hazır bir hayat var

Müze gezecektim bir gün, müzeler adasını Spree Nehri çevreliyor. Nehrin kıyısına ahşap bir kameriye yapmışlar. Renkli ışıklarla süslemişler.

Az gerisinde bir kafe var, alkollü-alkolsüz içecek ve atıştırmalık satıyor. Yanda bir ufak seyyar tiyatro kurulmuş. Diğer yanında spor aletlerinin olduğu bir alan ve arkasında uzun çimenlik, ağaçlık bir alan. O ağaçlık alanda sadece birbirlerinin duyabileceği sesle sohbet eden insanlar piknik yapıyorlar. Spor aletlerinin olduğu alanda aletlerle oyun oynar gibi değil, gerçek bir antrenmanda insanlar.

Kameriyede müzik başladı sonra. Dans etmek isteyenler, kameriye altındaki banklarda dans ayakkabılarını giyip beklemeye başladılar. Tango ve vals yapıyorlardı.

Dileyen dilediğini dansa kaldırıyordu. Yaş, sınıf, mezhep ayrımı yoktu. Kimse kimsenin ne iş yaptığını, nerede yaşadığını, neye inandığını ya da inanmadığını, son seçimlerde kime oy verdiğini bilmiyordu. Yetmişlerini çoktan geride bırakmış insanlar, sanki o an tanışmamış gibi, sanki bir ömrün 40 yılını birlikte geçirmişçesine yanakları yanaklarına değerek dans ediyor, bir sonraki müzikte ise bir başkasıyla farklı bir adım uyumu yakalıyordu. Gençler yaşlılarla, çekik gözlüler siyahlarla, bazen kadın kadına ya da erkek erkeğe, tüm kimliklerden azade sadece müziğin ritminde sevdikleri bir şeyi yapıyor olmanın huzuru vardı yüzlerinde. Saklamadan, sakınmadan.

Yandaki masalarda ve bazıları da kanal kenarına sabitlenmiş şezlonglarda bu gösteriyi izliyordu dansa o kadar hakim olamayanlar ve bir de ben.

Hayatım boyunca çok özenmiştim tangoya, öğrenme sırası asla ona gelmemiş, bir an bile vakit kalmamıştı geçmiş 40 yılda.

Müziği tüm bedenimde hissedecek kadar da durduramamıştım beynimi, dertleri atamamıştım aklımdan.

Müzik ve dans devam ederken tekneler geçiyordu nehirden. Alkışlar geliyordu bazen teknelerden. Biri yine dans teknesiydi. Spor kıyafetleri ile zumba yaparak el salladılar kanal kenarındakilere.

O an çok mutluydum. Gözüm müze görmedi. 4 saat uzandım orada bir şezlongda. Benim ihtiyacım o dinginlik, o huzur, müzik ve elimle tutabilecek gibi olduğum özgürlüktü.

Kadınların, rüzgarda ya da dansın en hareketli anında eteklerinin açılmasından endişe etmediği, kimsenin giyimiyle bir diğerini yargılamadığı, cebindeki paranın bir anlamı olmayan, bir yandan çok sohbet edilen öte yandan sesin kuş seslerini bastıracak noktaya hiç gelmediği harika anlardı.

Kim ne kadar içerse içsin, kutu ya da şişeyi geri dönüşüme bırakmayı ihmal etmiyordu. Ben ki dikkat ettiğimi düşünürüm çevreye zarar vermemeye, amatör hissediyordum o akışındaki sorumluluk karşısında.

Hem şehrin hem yemyeşilliğin ortasındaydık.

O anki huzurun, kuşkusuz ki yaşam standartlarıyla, ülke ekonomisiyle, dış ilişkileriyle, gayrisafi milli hasılayla dolaylı ilişkisi vardır. Ama dans her yerde bedavadır, içten geleni yapabilmek tamamen özgürlükle ilgilidir. Bir insanın 80 yaşındayken, hafta sonu gittiği dansta, yeni biriyle tanışma şansı varsa o hayat yaşanmaya değer, o sabahlara insan uyanmayı ister.

Biz de böyle olamaz mıydık? Hafta içleri canımız çıktığı için hafta sonları evden çıkacak mecalimiz kalmıyor savunması tam karşılamıyor. Kaçımızın hobisi var?

Çok zevk aldığımız şeylere bir yılda ne kadar vakit bulabiliyoruz? O elde azıcık kalmış yeşil alanları ve hatta refüjleri mangal dumanına boğup, uğultusundan iç sesimizi bile duyamadığımız AVM’lerin yemek katlarında harcıyor çoğumuz zamanını ve parasını. Bir ağacın gölgesi için kavga çıkarabiliyoruz, eteğimizi tutmaktan yürüyemiyoruz azıcık meltemde dahi.

Biz 80 yaşımız için hayal mi kurabiliyoruz? Emekliliğimiz meçhulken ondan sonrasını hayale mecalimiz mi kalıyor bizim?

Oysa İstanbul, her tepesinden deniz kıyısına inilen şehir, koruları, ormanları ile vaha olabilirdi. Halka açık sahil kenarlarında, arabaları valeye bırakanların yarattığı trafiğe, yüz buruşturan nargile kokusuna, gergin insanların bağırış çağırışına maruz kalmadan biz de dans edebilirdik. Bisikletlerimiz sığardı bu şehre, yokuşu olanlar elektrikli bisiklete biniverirdi. Bu sıcaklarda gideceğimiz semtin meşrebine göre değil, canımızın çektiğini giyer gezerdik, seviyorsak sarılır, içimizden gelirse öperdik. Biz de insandık.

Her şey güzel olsun dileğim, bu tutkunu olduğum şehri, sakini olarak gönlümce yaşayabilmek. Yargılanmadan, sorgulanmadan. Rahatça konuşabilmek, yan masadan duyup ihbar ederler diye korkmadan.

Demiyorum ki seneye denize girebilelim Baltalimanı’dan ama bir kadeh buz gibi roze şaraba, bir çilek atıp, çimenlerinde yalınayak dans edebilelim gün batarken bir yaz akşamı.

Ya da arkamızda çekirdek çitleyip kabuğunu yere atarak, pilates yaparken giydiğimiz taytı dikizlemeden bazıları, kahve termosumuz ile inip sahile, güneşin doğuşunu izleyebilelim. Kendimizi sevebilecek kadar huzurumuz olsun. Cebimizde para olması zaman alacak diye neden bedava zevklerden de olalım?

Ben bu huzuru en son 2013’te Gezi’de yaşamıştım. Çantamı hangi ağacın altına bıraktığımı hatırlamıyordum. Çalınmayacağını biliyordum.

Sandaletlerim de çantamın altındaydı, çimenlerde yalınayaktım. Tek başıma gitmiştim hiç de yalnız hissetmeyerek. Birileriyle tanışılırdı nasıl olsa, konuşacak bir şeyler bulunurdu. Biri akordeon çalıyordu, birisi ters çevirdiği yoğurt kaplarına vurarak ritim tutuyordu.

Elimden tutup dansa çağırmıştı benden belki de 20 yaş büyük bir kadın, onlarca olmuştuk daha ikinci şarkıda. Birazdan etrafı biber gazı saracaktı, kim bilir kimlerin bedeni yara alacaktı, eve gidip gidemeyeceğimiz belli değildi, sokak başlarını polis tutacaktı. Ama işte sabahlara uyanma heyecanımız vardı, üzerimizdeki baskıyı ellerimizle kaldırır gibiydik. Bir yudum özgürlüğe açken kana kana içer gibiydik.

Her güzel an gibi, o günlerin de bedeli ağır oldu. Çok can gitti, çok mahpusluk yaşandı, bu şehri ve memleketi çok sevdiği için suçlanıp bu şehirden ve memleketten gitmek zorunda kalanlar oldu.

Çok hasretlik oldu.

Berlin’e bir düğün için gittim.

Dilek’le Deniz evlendi. Zaten evlilerdi aslında. 2017’nin nisan ayında, Silivri cezaevinde evlenmişti Deniz Yücel ve Dilek Mayatürk. Kendi düğün kutlamasında bulunamamıştı damat, tutukluydu.

Geçtiğimiz hafta, Berlin’de o çok ertelenmiş düğünü, gönüllerine göre yaptılar. Dilek Dündar, ailesine kavuşalı henüz bir gün olmuştu. Bundan çok değil 1 sene evvel, ne bu düğün akla gelirdi ne de Dündar ailesinin birlikte bu düğüne katılabileceği. Bu ülkenin yazarları, gazetecileri, belgeselcileri, sinemacıları, akademisyenleri orada buluştu. Beyin göçünün bir vesikası gibiydi, eğleniyorduk ama oradayken bile bu ülkede birlikte ve umutla yaşadığımız günlere hasret aramızdaydı. Yine de bir şeyler güzel olmuştu, her şeyin güzel olacağına delalet, bir mutluluğu kutluyorduk.

Bir yandan dans ediyorduk ama aklımdan da durmadan şu satırlar geçiyordu:

Saraylar saltanatlar çöker
kan susar bir gün
zulüm biter.
menekşeler de açılır üstümüzde
leylaklar da güler.

Gezi iddianamesinin ilk duruşması 24 ve 25 Haziran’da.

İddianamede suç sayılanlar, kadınlar ve gençlerin önde olması, konser ve etkinlikler düzenlenmesi, polise çiçek verilmesi gibi hadiselerin yaşanması, insanların durması, dans etmesi ve her tür şiddetsizlik. Şiddetsiz nidadan bahsediyor iddianame, şiddetsiz nidalardan…

Şimdi Gezi’nin yeni bir ihtiyaç listesi var, dayanışma, kararlılık ve cesaret.

Dans edebilecek kadar özgürlüğe yaklaştığımız günlerin anısına, bir kez daha, her yer Taksim, her yer direniş. Bu sefer Silivri’deyiz. Herkesi bekleriz.

Belli mi olur, belki bugün dünden çok daha yakınızdır güzel günlere…

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...