12 Haziran 2019 23:31

İzlanda-Türkiye maçı: Gerçeklerle yüzleşme zamanı

İzlanda-Türkiye maçı: Gerçeklerle yüzleşme zamanı

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Fransa karşısındaki iyi oyunun o maça özgü özel bir durum olduğunu anlamayıp 2-0’lık galibiyetin ardından büyük hayallere kapılanlar İzlanda maçıyla herhalde kendilerine gelmişlerdir…

Milli takım tarihi boyunca seyrek de olsa dönemsel çıkışlar yaşayabildiği gibi zaman zaman da maç bazında önemli rakipler karşısında beklenmedik sonuçlar almayı başardı. Fransa maçını da bu kategoride değerlendirmek gerekir. Yoksa bu takım, Fransa karşılaşmasından önce iki tane hazırlık maçı oynadı ve o maçlarda, Fransa karşısında sergilediği etkili oyunun sinyalini falan vermedi. İki hazırlık maçındaki oyunu görmezden gelip sadece Fransa karşısındaki mücadeleye bakarak parlak ufuklardan söz etmek elbette gerçekçi bir yaklaşım değildi…

Her maçın, sayısız parametrenin/faktörün etkisi ve belirleyiciliği doğrultusunda farklı bir hikayesi vardır. Fransa maçında parametrelerin çoğu bizden yana etkili/belirleyici olduğu için galip geldik. Önemli olan da parametrelerin/faktörlerin bizden yana etkili olduğu zamanları çoğaltıp istikrar tutturmak…

İzlanda karşısında alınan skor hiç önemli değil. Aslında gelişim göstermek, aşama kaydetmek istiyorsak rakip kim olursa olsun skordan önce oyunun kalitesine bakmayı öğrenmemiz lazım. Fransa maçındaki oyunla, İzlanda karşısında özellikle ilk yarıda sergilenen oyun arasında dağlar kadar fark var. Milli Takım, İzlanda kalesine isabet sağladığı ilk atağını 40. dakikada yapabildi ve onda da golü buldu. Buna karşılık İzlanda 10’a yakın hücum girişiminde bulundu ve bunun çoğunda kaleyi isabet ettirdi…

Ufak inişler, çıkışlar kabul edilebilir elbette ama normalde hiçbir takım 5 gün arayla birbirinden bu kadar farklı performans göstermez. Bu da, Fransa karşısındaki oyunun, o maça özgü olduğunu gösteriyor. Özel durumlar yaratmanın değil, genel anlamda istikrarlı grafik yakalamanın önemli olduğu konusunda herhalde herkes hemfikirdir…

Bu arada, futbolcularımızın hakemle ilişkisini de ele almak şart. Futbolcularımız, yoz futbol kültürünün ürünü olarak ortaya çıkan tiksinti verici itiraz biçimleri sergilemekten bir türlü vazgeçemiyorlar. Belli ki bunu marifet zannediyorlar. Ama bu, konsantrasyonlarının, motivasyonlarının düşmesinden ve kart görmelerinden başka hiçbir işe yaramıyor. “Hakemle ilişki” konusundaki sorun, “belki itirazdan olumlu sonuç alınabilir” beklentisiyle olsa gerek, görmezden geliniyor ve dolayısıyla oyunculara uyarıda bulunulmuyor. İzlandalı oyuncuların kendi aleyhlerine yapılan hakem hataları karşısında tepki göstermeyip hemen görev alanlarına dönmesi ise adeta bir “öz disiplin” ve “sorumluluk bilinci” dersi gibiydi ve iki takım arasındaki belirleyici farklardan birisiydi.

Nasıl bir oyun anlayışıyla mücadele edeceği çok iyi bilinmesine rağmen buna karşı hiçbir önlem alamayıp ilk yarıda kontrolü tamamen İzlanda’ya kaptırmak, maçın gidişatını da belirledi. İzlanda gibi teknik kapasitesi sınırlı bir takıma 45 dakika boyunca bu kadar çok gol pozisyonu vermek, sorunların büyük olduğu anlamına gelir. Tarihinde belki de en çok hücum girişiminde bulunduğu 45 dakikalardan birini oynadı İzlanda.

Bu maçta Türkiye adına en çok, savunmadaki yanlışlıklar ve yetersizlikler dikkat çekti.

Maçın başında savunmanın neredeyse hiç derinlik vermeden düz bir hat şeklinde pozisyon aldığını görmek şaşırtıcıydı. En önemli hücum kozu uzun pas olan İzlanda’nın tam da işine gelen bir savunma anlayışıydı bu. İlk yarıda birkaç kez uzun paslarla arkaya sızma girişiminde bulundularsa da, ofsayta yakalandıkları için Türkiye’nin bu savunma zaafından yararlanamadılar.

Savunmadaki bir başka zaaf ise kademe bilgisizliği. Altyapıda öğrenilmesi gereken, futbolun temel savunma ilkelerinden futbolcuların haberi yok gibi. Ya da bildikleri bir şeyi Milli Takımda uygulamıyorlar. Avrupa ülkelerinde top koşturan oyuncuların temel bilgileri özümsemeden bu seviyelere yükselmesi düşünülemez çünkü. Ama maç içinde bazen, futbolcular duygularına yenik düşüp doğrusunu yapmayı unutabilir. Bu nedenle teknik direktörler, bıkmadan usanmadan temel ilkeleri oyunculara hatırlatmalı ve bu ilkeleri birer ezber haline getirecek çalışmaları sürekli olarak tekrar etmemeliler…

Mesela… Bir savunma oyuncusu asla çalım yediği rakibinin peşinden koşmaz, koşmamalı. Çalım yiyip oyundan düştükten sonra rakibinin peşinden değil, savunmadaki diğer arkadaşlarının kademesi yönünde koşması gerekir. Bizim savunma oyuncumuz ise çalım yediği rakibini kovalıyor, sonra da ceza sahası civarında arkadan müdahale edip faul yaparak hem tehlikeli noktadan serbest vuruşa neden oluyor, hem de sarı kart görüyor.

Benzer pozisyonda başka bir savunma oyuncumuz ceza sahasına giren rakibinin peşinden koşmakla kalmadı bir de formasından çekerek durdurmaya çalıştı. Yani göz göre göre penaltıya sebep olabilirdi.

Böylesi hatalar yapan oyuncuların temel futbol bilgisi ve bunu sahaya yansıtış becerileri elbette kuşku uyandırır…

Fransa galibiyetinin ardından “Allah da yardım etti” diye konuşan Şenol Güneş’e şimdi sormak lazım, “İzlanda maçında Allah niye yardım etmedi” diye…

Bu işleri Allah ile, dua ile ilişkilendirerek ya da “Biz büyük milletiz” gibisinden manasız böbürlenmeler ve “üst akıl tezgahlarına” göndermelerle açıklamaya çalışmak, ciddi anlamda sorgulanması gereken başka bir zafiyet göstergesi…

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...