13 Nisan 2019 20:25

Biz de burada var olup sizi rahatsız edeceğiz!

Biz de burada var olup sizi rahatsız edeceğiz!

Zengin Mutfağı oyun afişi

PAZAR
Paylaş

Beklemek cehennemdir, ama beklerim seni
William Shakespeare

Beklemek cehennem, beklemek geçicilik hissi, sürekli bir ertelemeyle günleri farkında bile olmadan buruşturup çöpe atmak gibi.

On yılı aşkındır günlerimiz bir şeyleri beklemekle, vuslatı ertelemekle geçti.

31 Mart’tan beri günler yine akışına dönemeden elimizden kayıp gitti.

Beklemek zaten cehennemdi, bir de beklerken izanın kaybını, aklın tutulmasını, adaletin çöküşü, mazeretlerin çürüyüp kokmasını seyreylemek beter etti.

Bir “şeyin” daha, nasıl maniple edilebileceğini öğrendik. Yine sınandık. Kanıksamamışız ki hâlâ soruyorduk: Bu hangi akla nasıl sığar? Hâlâ şaşırabiliyorduk.

Öte yandan beklemenin süresi uzadıkça özlem denen şey kabarmaya başlıyor insanın içinde. Kör ölünce kömür gözlü olur derlerdi, geçmişte beğenmediği ne varsa  -en azından bir zamanlar varlardı- şapkayı öne koyup hakkını teslim etmeye başlıyor insan.

Sonra o içsel barışa yaklaşınca da özleme dönüyor.

Bu sıralar en çok pazar sabahlarının kalabalık gazete trafiğini özlüyorum. Her gün okunan gazete dışında, bayide ne varsa alınırdı pazarları. Ekler olurdu, kocaman kağıt tomarları girerdi eve.  Eklerin elden ele geçtiği, bulmacaların kapışıldığı, bir şekil magazinin bile ilgi çekici olabildiği, uzun kahvaltıların tükenmeyen eşlikçisiydi gazeteler.

Köşe yazarlarının bazılarının hayatı, sıradan insandan farklı olurdu. Bir bakarsın Amerika’da bir bakmışsın Güney Afrika’da, biri festivalden haber verir, biri dünyanın en x kişisiyle röportaja gider, biri çıkar dünyaca ünlü filozofa hiç akla gelmeyecek sorular sorardı, aşk hayatı gibi mesela.

Bazen kızardık, bazen şaşardık. Ama bilmediğimiz bir dünyanın çok da dramatik olmayan kapılarını aralardık.

Ait olmadığımız bir sınıfın gerçekleriyle yüzleşmek de mühimdi, tüm sınıflar için.

Bakış açısını genişletir, ufuk da açardı.

Şimdi bunları yazabilecek kimse kalmadı tanıdığım, yazabilme ihtimali olanların da yazdıkları mecranın tirajına, kuruşumuz geçsin istemediğimizden almıyoruz o gazeteleri zaten.

Satıldığını bildiğimiz bir kalem, ne anlatsa iz bırakmıyor, insanın da satır arası okumaya çalışmaktan zaten konuya odaklanması mümkün olmuyor.

Gündem öyle karışık ve politik ki eli kalem tutan çoğu makul insanın da hayattan neşeli bir şeyi kaleme almasına müsaade etmiyor.

Şimdi neşe, şimdi eğlence, şimdi keyif, zevzeklikle eş değer noktada.

İnternetin dile pelesenk olmuş yorumlarından biridir: “Sen de bir dur Allasen Diego, zaten ortalık karışık”. İşte yerelli genelli seçimlerden, KHK’den YSK’den, şiddetten, bekadan ortalık yangın yerine dönmüşken elim bir tiyatro oyunu anlatmaya, bir şakadan bahsetmeye gittiğinde, bu cümle kulağımda çınlıyor.

Yine de affınıza sığınarak, bu hafta seçim yazmayacağım. Çünkü bu bekleyişlerin mazbata isimlisi ömrümüzden yeterince yedi.

Ben diyeceğim ki, beklerken ertelememeyi deneyelim. Belli ki önümüzde daha nice inatçı bekleyişler sırada.

İşimizi iyi yapmayı ertelemeyelim mesela. Sistem ranta dönse de, iyi iş uzun vadede kazanır. Çalışmaya dair tüm motivasyonlarımız kaybolmuş olsa da, doları beklerken, borsayı beklerken üretmeyi ertelemeyelim.

Bu sene çok büyük oyunlar izledim sahnede, tiyatronun dev isimlerini. İşlerini yapmaya ve hatta en iyi şekilde yapmaya devam ediyorlar ve karşılığını iyi bir şekilde alıyorlardı.

Kral Lear’ı izledim, yıllar sonra Haluk Bilginer’i gördüm sahnede. Krallar da yanılır ve kaybederdi, her kralın gerçekleri söyleyen, dokunulmazlığı olan bir soytarıya ne kadar ihtiyacı olduğunu gördüm. Arzu Tramvayı’nda Zerrin Tekindor’u izledim. Bir kadının devleşmesini gözlerim dolu dolu seyrettim. İşini mükemmelen yapıyor ve oynadığı karakterle tüm kadınların kalbine mesajını yerleştiriyordu. “Kurtuluş asla bir erkekte değil, ne varsa sendedir”

Feminizmin ilk adımlarını seyrettim Off İstanbul festivalindeki Julie’de. Ve en son Zengin Mutfağı oyununda Şener Şen sahnede Lütfü Usta’nın aksanıyla “Kime hizmet ettiğini bileceksin” dediğinde, “Bu faşizmin gelmişini geçmişini... bu ne menem şeydir?” diye haykırdığında sloganlar patladı içimde. Bir psikoloğun koltuğundan, sonunda anlaşılmış olmanın verdiği rahatlıkla kalkar gibi, gözlerim dolu ayrıldım salondan.

Güzel konserler dinledim. Birkaç saatlik müzik birkaç günlük şifa sağladı bana. Sergiler de gezdim. İnsanın yaratıcılığına olan inancım pekişti. Çok güzel kitaplar yayımlandı.

Birileri kendini odaklayıp sayfalarca metni kaleme aldı, bir editör o metne el attı, birileri kitaba yakışan kapak tasarladı. İşini iyi yapanlar kim bilir kaç baskı yaptı.

İşini iyi yapan, iyileştiriyor insanı. İlla slogan atmasına da gerek yok bazen.

Herkes siyasi sahada rol alamamış olabilir ama akıl sağlımıza ve hayata tutunmamıza katkısı olan herkesten de kendi adıma razıyım.

Sadece sanat için de geçerli değil, yüzümüze anlayışla bakan bir doktor, insan haklarını ihlalde içimizi soğutacak bir ceza talep eden savcı, suçu su götürmeyen bir sanığı tutuklu yargılayan ya da suçsuzluğu su götürmeyene tahliye veren bir hakim, yüzümüzü gülümsetebilen iletişimci, servis yaparken gülümseyen garson, kapı zilini çaldıktan sonra en azından bir süre açılmasını bekleyen kargocu, nasılsınız diye soran kasiyer, penaltı uğruna kendini yere atmayan futbolcu, duruşma saatini unutmayan avukat, çocukların duygularıyla da ilgilenen bir öğretmen, vesaire vesaire...

İşini iyi yapmayan birkaç kurum yüzünden girdiğimiz bu bekleyişte ve işini suistimal edenlerin bizi getirdiği noktada, günü geldiğinde haklıyken daha da haklı şekilde hesap sorabilmek için, işini neden düzgün yapmadın diyebilmek için, kendi işimizi düzgün yapmalı sonucuna geldim.

İyi olan her şey zaten doğallığında iyi ediyor bizi.

Beklemek cehennemdir ama bekleyeceğim o her şeyin, özlediğimiz kusurlu eski günlerden bile iyi olacağı günü.

O güne kadar, manen eksilmeyelim diye yazmak istedim. Vicdan her yerde apolitiktir. İnsanları yargılarken önceliği vicdan alalım bir süreliğine derim.

Zevzeklik yapacağım affınıza mağruren son satırlarımda.

Bu beklemek hissini düşünüyordum bu hafta boyunca. Sonra dedim ki bunun  sonu yok. Ömrümüzün de çok ertelenir yanı kalmadı. Şu an binlerce akademisyenin, gazetecinin pasaportu yok artık. Eminim kariyerlerinin önündeki yurtdışı çıkış yasağı engeli dışında, bir zamanlar görmek isteyip erteledikleri nice seyahat de ukdedir içlerinde,

Ben arabaya atlayıp gidebildiğim yere kadar süreyim diye çıktım yola. Bu satırları size, Atina’da,  gece yarısını bulmasına rağmen, bir gazete yazısı yetiştirdiğim için ses etmeden sebatla beni bekleyen mekandaki, denize bakan bir masadan yazıyorum.

İşini iyi yapmak oldu ana mevzu çünkü her şeyin yoluna girdiği günlerin birinde, buradaki bir tavernayı her detayı ile anlatmayı, Eleni’nin misafirperverliğinden, tanıştığım ilk Yunan’ın adının Yorgo çıkmasının klişe komikliğinden, yol üstü tesislerde taze çekilmiş kahve ikram edenlerden bahsedebilmeyi, gençliği Şişhane’de, Kurtuluş’ta geçmiş Yunanlıların öykülerini seri röportaj yapabilmeyi hayal ettim. Şu her şey yolundaymışcasına çıktığım plansız yolculuğun verdiği özgürlük hissini dile getirmek bir yandan geride kalanlar için zevzeklik gibime geliyor öte yandan içimdeki zafer hissini atamıyorum. Bekleyişe manen yenilmemiş hissediyorum.

Öfke, diğer tüm duygularımızın yerini almasın, yanında dursun.

Bizi bu hayattan soğuttukları gün, mecalsiz kalırız.

İnadına pazarlar diler, bir nefeslik kaçışımın affını rica ederim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...