06 Nisan 2019 20:13

Seçimin asıl kaybedeni: Kaybetmeyi kabule meyil

Seçimin asıl kaybedeni: Kaybetmeyi kabule meyil

Fotoğraf: @alper_tas/Twitter

PAZAR
Paylaş

Bu yazıyı yazdığım saatlerde tüm Türkiye’de, geçmiş 60 yıldaki toplam kullanımından fazla “mazbata” kelimesi telaffuz ediliyor.

Arkadaşım iş seyahatinde, gönderdiği videoda Newyork sokaklarında Bangladeşli bir taksici “N’oldu seçim? Oy farkı hâlâ 20 binmiş öyle mi?” diye soruyor.

Hayatımın bir yerinde yolumun kesiştiği İsveç’ten, Avustralya’dan, Fransa’dan arkadaşlar, Facebook üzerinden mesaj atıp “İstanbul seçimlerinde tam ne oluyor şu an?” diye soruyor.

Anlattıkça sorular çoğalıyor, bazılarının cevabını vermek zorlaşıyor.

En son Bulgar bir arkadaşa, haritada Muş’u daire içine alıp görsel gönderdim.

Bu yerel seçimle dünya siyaset literatürüne tadından yenmez bir vaka daha hediye etmiş bulunuyoruz: seçimlerde mızıkçılık, yine dillere düştük.

Hukuk kevgire dönmüş, yasalar güneşin altında kalmış don lastiği gibi çektikçe uzuyor, esnetilmekten hal olmuş.

Dünyada pek çok ülke bir tık ile online oy vermeye geçeli yıllar olmuşken çarşaf çarşaf kağıtlarda kim nereye oy vermek isterken nereye basmış olabilir diye geçersiz oyları tartışıyoruz. “Belediyecilik tecrübe ister” iddiası ile çıkan bir aday, hiç seçim kanunu bilmezmiş gibi “31 bin sandıktan birer oy çıksa farkı kapatıyoruz” diyebiliyor.

Sanki iktidar seçimden önce dört koldan adil seçim güvencesi beyanları vermemiş gibi, seçmen kaydırma, sandık birleştirme, 142 belgesi tartışmalarının öznesi olmamış gibi, iktidarın müttefiki çıkıp sandık görevlilerini terör örgütlerinin maşası olmakla suçlayabiliyor. Sanki sandık başkanı devletin memurlarından atanmıyormuşcasına, sanki iktidarın o sandıklarda görevlisi yokmuşcasına neye dayanarak olduğu belirsiz şekilde 31 bin sandığı birer oy çıkarabilmek için yeniden açtırmayı telaffuz edebiliyor.

Sanki henüz seçim yasakları dahi kalkmadan tüm şehrin ilan alanlarını “Gönül Belediyeciliği kazandı, Teşekkürler İstanbul” pankartlarıyla kaplatan onlar değilmiş gibi bu seçimin asıl kazananını “kazandım” dediği için suçlayabiliyorlar.

Bir Hollywood yapımı olsa, ancak üçüncü sınıf komedi olurdu. Çünkü metinlere çok çalışılmamış, kurguda mantık hataları var. Yönetmen iyi ile kötüyü çok kör göze parmak şekilde ortaya koymuş, resmen seyircinin zekasıyla dalga geçiyor.

Peki bunca hengame içinde ben neden durduramıyorum sırıtmamı?

Geldi yüzüme oturdu koca bir gülümseme, gitmiyor.

Buraya bir “flashback” koyuyorum.

Üniversitede ilk ayım, çatışmaların yoğun yaşandığı dönem. Fakülteye girerken tekbirleri duyuyorum tam arkamdan gelen güruhu hissediyorum. Adımlarımı hızlandırıyorum, sesler çok yakın. Üzerimde uzun etek var, ellerimle toplayıp koşmaya başlıyorum. Kolumda bir bez çanta asılı. Oradan yakalıyor biri. Başımı refleks olarak çeviriyorum. Uzun saçlı, uzun sakallı çocuğu burnumun dibinde, cildinin gözeneklerine kadar yakından görüyorum, tükürükleri yüzüme yapışıyor. Elindeki tahtanın ucunda elim kadar bir çivi var, savuruyor, tişörtümde bir yırtık bırakıyor, ben kopan çantadan dökülen hiçbir şeye aldırmadan kendimi fakültenin içine atıyorum son saniyede. Kalbim ağzımda atıyor. Şiddetle bu kadar burun buruna ilk gelişim.

2 sene sonra, sahaflardan bir kitap arıyorum sınavlar için. Aslında tam 11 kitap arıyorum ama o kadar param yok ki evdeki kitaplarla bir kitabı takas yapsam ona da razıyım.

Bir tezgahta istediğim kitabın ikinci elini bulup kafamı kaldırmadan fiyatını ve takas olup olmayacağını soruyorum. Bir koku geliyor burnuma, insanın koku hafızası bazen çok şaşırtıcı olabiliyor. Kafamı kaldırınca o 2 yıl önce burnumun tam ucundaki tehditkar suratı görüyorum. Gözlerim yuvalarından fırlıyor. “N’oldu bacım?” diyor bana.

“Ne demek n’oldu lan? 2 sene önce öldürüyordun beni şu bahçede, utanmadan önüne tezgah mı açtın şimdi? Bu ne cesaret ya?” diye patlıyorum. Elimden bıraktığım kitabı ve birkaç taneyi daha alıp bir poşete koyup geri veriyor “Özür dilerim, Allah adı verdim bunları al, para istemez” diyor. Ben atarlanıyorum, kolay mı öyle canına kastetmiş adam üç otuzluk kitapla af dilesin, ben de hemen el uzatayım, bitsin?

“Sen affetme yine, sen affetsen Allah affetmez zaten de okul mühim, sınav için lazımdır sen al, benden başkasında bulamazsın zaten. Sonra istersen getirir kafama atarsın yeniden, hakkındır” diyor.

Gerçekten bulunur bir kitap da değil, birinden fotokopi çektirsem dünyanın parası tutacak, param da yok. Cebimdeki tramvay parasını ve takasa getirdiğim kitabı tezgaha atıp poşetten sadece ihtiyacım olan kitabı alıp ardıma bakmadan gidiyorum.

Birkaç ay sonra bir arbede daha çıkıyor Fen-Edebiyat Fakültesinin oralarda, çil yavrusu gibi saçılıyoruz Laleli’ye doğru. Nefesim kesiliyor. Biri ensemden tuttuğu gibi beni bir dükkana çekiveriyor. Hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor yine. Dalağım batıyor bir yandan. Körük gibi soluyorum. Kafamı kaldırıyorum aynı çocuk. Bir tabure veriyor, bir bardak su, sonra da bir çay. Ortalık yatışana kadar oturuyorum orada. Sonra ben çıkarken yine “Affet, affet ki ben de kendimi affedebileyim bir gün” diyor.

Olur, diyorum.

Hayatımdaki en büyük barışlardan biridir. O, affetme anındaki huzur bir başka, derin bir nefes gibi. Olmazların olduğu bir an. Düşmanınla artık düşman olmadığını bilme anı.

Korkularından birinin bari eksilmiş olması hissi.

İşte şimdi benzer bir duygu var içimde, bundandır sırıtıp durmam.

Bu baskı, bu izansız, mesnetsiz talepler, hedef göstermeler, şiddet söylemleri muhalefeti yıksın istenirken, muhalefetin kendi içindeki uzlaşıyı engelleyen duvarları yıktı.

Bizim düşmanımız, kaybetmeyi kabule olan meylimizdi, işte o his geçti.

Haftalarca ve sayfalarca aynı şeyi yazmıştım seçim öncesi: Faşizmle mücadelede en önemli kurallardan biri öngörüye yenilip henüz kaybedilmemiş hakları kaybetmiş gibi davranmamak diye. Sistemi elek gibi etseler de o oyları verdik, saydık, koruduk ve sistem çalıştı.

Bu kazanımlara ihtiyaç vardı. Elimizdeki demokratik hakların hâlâ farkında olabilmek için gözümüzle görmemiz gerekiyordu. Üstümüzdeki tozu silkti bu seçim.

Yeniden oyların başında sabahlıyor herkes, muhalefetin tüm bileşenleri bir arada seçim kurullarında nöbette. O atıllık, güvensizlik hissi gitti. Barışıyoruz kazanma fikri ile.

Şiddeti körükleyenin elinde patlıyor maytaplar, kendini yakıyor. Biz ise yeniden birbirimize tahammülü öğreniyoruz.

Bu seçimden uzlaşmayı savunanlar kazandı, buzları eritelim diyenler, barış diyenler kazandı.

Moloz, rant ve inşaat kaybetti, hayattan ve kucaklaşmadan bahseden kazandı.

Umutsuz değilim oysa en çok istediğim şeyi; Beyoğlu’yu kaybettik.

Seçim akşamı benim için ayrıca özeldi, o gece bu hayatta tam 40 yılı geride bıraktım. Hep benden 10 yıl önde gidenlerin tesellileri gibi gelirdi söyledikleri, o yaşlarla kucaklaştıkça, dedikleri ne kadar doğruymuş anladım.

Otuzlu yaşlar için demişlerdi ki, kendini anlayacak, kendine vakit tanıyacak, yüklerinden kurtulacaksın. Öyle de oldu.

Kırk içinse pişmanlıklardan kurtulacağın, keşkeleri geride bırakacağın, hayatın akışına kapılmadan, hayatın akışına yön vereceğin, kendinle barışacağın yaşlar derlerdi. Madalyonun ve insanların diğer yüzlerini de görüp artık bunun için endişelenmeden, yönetebileceğini bildiğin yaşlar.

Tam 31 Mart akşamı saatler geceyarısını geçmişti, seçim konuştuğumuz yayından çıkmıştım, İstiklal’de yürüyordum.

“Hoşçakalın bütün 30’lu yaşlarım, elimizden kayıp giden Beyoğlu gibi, kocaman bir ukde oyuğu ile bırakıyorsunuz beni, elveda” diye geçiriyordum içimden. Gözlerim dolmuştu, içime ağlamaya çalışıyordum. Uzaktan neşeli bir müzik geliyordu. O an hiçbir müzik omuzlarımı titretemez sanıyordum.

Oysa Alper Taş ilçe binası önünde horondaymış meğer. Onun gözleri gülüyordu.

Kendimi de gülerken buldum.

İlk dersi böyle geldi 40 yaşımın. Ömür zaferlerle dolu değil, kayıpları da sukunetle karşılayıp elde edilen kazanımlara odaklanmalı. Bu dersi benden çok iktidar almalı.

Alper Taş Beyoğlu’nun belediyesini değil ama gönlünü kazandı. Bu semtin sokakları yeniden devrimcilerin adımlarıyla yankılandı, kucaklaşıldı, keskin köşeler törpülendi, barışıldı.

“Bize kapısını açan herkese, bize kendimizi anlatma şansı verdikleri, bizi dinledikleri için teşekkür borçluyuz, kazansak da kaybetsek de yeniden gidip teşekkür edeceğiz” demişti. Dediğini de yaptı.

Daha bu nedir ki? Önümüzde yeni bir dönem var, bitmedi bu mücadele sadece bir basamak yukarı çıktı.

Ömrümün geride kalan her bir senesine, kazandırsa da kaybettirse de teşekkür borçluyum. Çünkü geldiğim şu yaşa kadar, bir başkası olmayı hiçbir zaman hayal etmediğimi fark ettim. Beyoğlu halkı gibiydi etrafımdaki herkes, kucakladığın kadar barışırsın, birbirine bir adım yaklaşırsın, sırtını döndükçe yalnızsın. Yüzün güldükçe ve umudunu kaybetmedikçe kalabalıksın.

Devrimciler gibi insanlar olmalı hayatında, seni sürekli ileri taşıyan ve haksızlıklarda çıkar gözetmeden yanında duran. Paylaşmaktan yüksünmez, hesabını tutmaz, el vermekten gocunmaz, pes etmez dostların.

Yerinde saydıkça insanın çemberi genişlemiyor. Oturduğun koltuktan kalmadıkça kapılar açılmıyor. Emek vermeden bekleyince güneş batıyor da dünyan değişmiyor.

Yazıyı yazdığım bu saatlerde, HDP Vekili Gazeteci Ahmet Şık, Milletvekili TİP Başkanı Erkan Baş, CHP çatısından seçime giren ÖDP Başkanı Alper Taş Beyoğlu’da oyların başında sayım için nöbetteler.

Pek çok ilçede oy sayım nöbeti tutanlara halktan yemek, çay takviyesi geliyor. Halk, iradesine sahip çıkıyor.

Biz kazandık, bunu onlar da biliyor.

Yeniden bir arada olabileceğimizi görüyorum, kazanmaya yeniden inandığımızı, tahammülümüzün ayağa kalktığını, köşelerimizin törpülendiğini.

Coşku, endişeden ağır basıyor çünkü zaferi avucumuzda hissediyoruz.

Bugünü de gördük, hazır birleşmiş ve heyecanlanmışken, dilerim uzun süre pes etmeyelim. Önümüzde bir adalet, liyakat ve özgürlük mücadelesi var.

Çetin geçecek, ekonomi zorlayacak, kim bilir başımıza daha neler gelecek. Ama teslimiyette kurtuluş yok gözümüzle gördük, karamsarlığa yenik düşmeyelim.

Eleştirmek yerine artık dahil olup değiştirmek zamanı.

Bu seçim, korkutmanın, azarların, tehditlerin işe yaramadığına dair iktidara bir ders olduğu kadar dilerim bu halktan ve sistemden umudu kesen, örgütlenmekten değil eleştirmekten beslenenlere de bir ders olmuştur.

Geçmişteki hatalar ile barışıp, safları sıklaştırıp baharı karşılayalım.

Bin yılın sloganı ile iyi pazarlar dilerim:

Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...