09 Mart 2019 19:00

Sadece umuttan değil cesurlara hürmetten...

Sadece umuttan değil  cesurlara hürmetten...

“Where Do We Go Now" film görseli

PAZAR
Paylaş

Bir film izledim, ciğerim dağlandı. Komedi deniliyordu, müzikleri güzeldi, içinde kadınlar vardı. Lakin gözyaşlarım sel oldu, hıçkırıklarımı tutamadım, sırtım sarsılarak ağladım. Bilmem ki nicedir bunca ağlamamıştım.

Üzgünüm gerisini yazmak zorundayım. Gördüklerimi içimde tutamayacağım.

Bu bir köy filmi. Araları iki adım mesafe bir camii ve kilise barındıran, dinler çatışmasının ve mayınların içinde kalmış bir köyde, erkekleri savaştan korumaya çalışan, dostluğa zeval getirmemek için kendilerini zayi eden kadınların öyküsü.

Köyü hayata bağlayan yollar mayınlı, köprüler yıkık. Tek bir motosiklet kalmış ellerinde daracık patikayı aşabilen. İki gencecik çocuk her gün gazete ve siparişleri almak için ölümüne katediyorlar o yolu. Hristiyan ve Müslüman kadınların, aralarından su sızmaz bir dostlukları var. Zaten köyde bir avuç insan bunlar.

110 dakika boyunca bu kadınların, savaş erkeklere sıçramasın, köye bulaşmasın diye çabalarını izliyoruz. Bir adamın kırdığı Meryem heykelini yapıştırmaya çalışıyor bir Müslüman kadın, sakat çocuğuna saldırıldığında, saldıran adamın karşısında dimdik durup “Bu mu senin insanlığın?” diye bağırdıktan sonra oğluna “Sakın babana söyleme, sen çok akıllı çocuksun, sakın söyleme” diyebiliyor bir diğeri.

Baktılar olmuyor, silahlar çıkıyor yatak altlarından, erkekler gruplaşmaya başlıyor, bir sabah Hristiyan erkekler uyandıklarında vaftiz olmuş eşlerini sabah namazı kılarken buluyorlar. “Artık düşmanınla yaşıyorsun” diyor kadınlar. İnancı yüzünden birine silah sıkacaksan, evdeki eşinden başla dercesine.

Sonra bir annenin evladı vuruluyor kör kurşunla, köyün dışında. Çocuk Hristiyan. Duyulursa pimi çekilecek çatışmanın. İşte orada ben bittim. Bir anne, evladının cenazesine haykıramadan nasıl sarılır onu izledim. Barışın iradesi evlat acısını nasıl bastırabilir? Öperek yıkadı oğlunu, bembeyaz giydirdi ve kuyularda sakladı. Gözlerinin yaşını içine akıttı da herkese “Hasta oldu evden çıkamıyor” diyebildi? Dizlerini döver insan, saçlarını yolar, bağrını yumruklar, ulur hatta acısından, bayılana kadar haykırır. Biliyoruz lanet olsun ki, çok seyreyledik evladını kaybeden analarda. Ama işte barış için, bir başka çocuk daha ölmesin diye, dostluklar yıkılmasın, köy dağılmasın diye, bir annenin gelebileceği son sabır mertebesidir bu. İnsanın sınanabileceği son noktadır.

Film bitince gidip çocuklarımı öptüm uykularında, saçlarını kokladım. İnsanın ağlarken sesini bastırması, hıçkırıklarını yutması bile can acıtıyorken kim bilir ne çiledir kalbin dağlanırken iyiyim numarası yapması.

Barışı düşündüm sonra, savaş ne kadar kolay çıkıyor, barışı ise ne kadar zor kurması.

Savaş bir kurşuna bakıyor, bir diklenmeye, bir ihlale, bir hesapsızlığa. Bir kez patlayan savaştan sonra, yeniden barış kurmak zor çünkü sırtını kayıplara dayıyor. Karşılıklı yeniden el sıkışabilmek, iki tarafın da geri adımlar atmasını ve bunu yaparken ayaklarının kan içinde olmasını gerektiriyor.

Cesaret ve korkusuzluk kelimelerine bakınca gerçek hayatta cesaret daha büyük gibi duruyor. Oysa teori; cesaret, korkuların üstesinden gelebilmektir diyor. Cesur insan, korkmayan insan demek değildir. Korkusuna rağmen üzerine gidebilendir. Korkusuzluk ancak tekrarlanan cesaretle zamanla yerleşir.

Kahramanlık ise sanıldığı gibi korkusuzluğa dayanmıyor.

“Gerçek kahramanlık oldukça gösterişsiz ve sönüktür. Diğerlerine üstün gelmek için her şeyi zorlamak değil, onların işine yarayacak şeyler yapmak için her şeyi göze almaktır” diyor Arthur Ashe.

Bunları psikoloji bilimi söylüyor:

“Basitçe söylemek gerekirse, kahramanlığın anahtarı bir kişinin diğer insanların içinde bulunduğu muhtaçlık durumu için endişe duyması, kendi ahlaki değerlerini korumak istemesi, sergileyeceği davranışın bir risk taşıdığını bilmesi ve sonucunda herhangi bir ödül beklememesidir.” (Philip Zimbardo, “What Makes a Hero”, 2011)

Filmden neden bunca etkilendiğimi düşünürken fark ettim bu yazıyı yazmak zorunda olduğumu. Günümüzde cesaret barış istemektir. Bunu sürekli dile getirmek korkusuzluktur bu topraklarda. Kahramanlıksa, bunu gösterişsiz bir şekilde, insanlığın işine yaraması amacıyla, taşıdığı riskleri bile bile mahkeme salonunda dahi haykırabilmektir.

Barış isteyen 1128 akademisyenin imza attığı bildirinin duruşmaları sürüyor. Cezalar peşi sıra kesiliyor. Hepsi birbirinden farklı, ne kadar ceza çıkacağı bilinmiyor. Ama bakıyorum ifadelere, akademi boyun eğmiyor. Bu insanlar tüm ülkenin adını bildiği, TV ekranlarından tanınmış simalar değiller. Adlarına bir anıt yapılmayacak. Yıllarını verdikleri meslekleri ellerinden gitti. Okudukları on binlerce sayfa, yazdıkları makaleler, onca araştırma, öğrencileri hiçbirinin anlamı yok artık eskisi gibi. Üzerine cezaevinde geçirilecek günler, aylar, yıllar var. Çıktıklarında hiçbir şeyin daha iyi olmama ihtimali de hakeza. Ama baktınız mı savunmalarına? Okudunuz mu ifadelerini? Hepsinin son sözü “Barış diyorum hâlâ” oldu.

Barışın bedeli ağır; savaşta kahramanlık adrenaline bakıyor ve anlık, barışınki ise süregelen bir ahlaka ve onura.

Toplumda çatışmaların ve kutuplaşmaların körüklendiği, söylemlerin her gün sertleştiği, terörizm kelimesinin sözlükteki anlamını arayıp bulamadığı ama her kelimeye bulaşa bulaşa gittiği bir dönemdeyiz. Filmde bir köyün bir arada yaşamak için etraflarında kopan savaşa nasıl direndiğini izledim. Biz pes etmişiz sanki birlikteliğimizden. Birbirimizi sevmeye devam etmenin bedelini ödemek ağır gelmiş ya da kavga kolayımıza gelmiş.

Sözüm biraz da şu önümüzdeki seçimin sandık küskünlerine, seçimden seçime sandığa odaklanıp oyuna küsenlere. Birileri alkış beklemeden, barış kelimesinin bedelini ödemeye hazır dikiliyorken adliye koridorlarında, en ufak bir kazanım şansına sırtını dönecek kadar önemli mi duygusal kırgınlığınız?

“Bir kez daha heyecanlanıp yine hayal kırıklığı yaşamak istemiyorum” diye yapılmaz bir savunma. Her aşk bir gün biter, aşık da mı olmamalı o zaman? Oy bir demokratik haktır. Toplumun diyelim ki yüzde 10’unun kalbinin, sandığa gidemeyecek kadar kırılmış olmasının hassasiyeti ile durup kendine bakıp hizaya gelecek bir rejimde yaşamıyoruz biz. Bir arada kalabilmek için direnmeliydik. Akrep gibisin kardeşim diyebilmek için belki Nâzım Hikmet olmak gerekir ama naçizane ben de söyleyeceğim: Bu kadar kırılgan olmak için mayamız yanlış. Bu coğrafya bu hassasiyete uygun değil. 5 yılda 6 seçim geçirince 5 yılda toplam 6 kere, bir pazar sabahı eve yakın okula gidip oy attınız ya da sabah 7’de kalkıp sandık kuruluna girdiniz. Akşama kadar müşahitlik ettiniz, gece yarısına kadar tutanak eşlediniz. 5 yılda 6 kez sabahladınız diyelim, bu mu gitti zorunuza? Sizi küstürecek kadar boşa giden emeğiniz bu mudur?

Kaç ev dolaştınız bir kampanya için aradaki onlarca ayda? Kaç kişiye kaç saat dil döktünüz inandıklarınızı anlatmak için? Hiç dediniz mi mesela “Kurumları eleştirmek yerine dahil olup değiştirme zamanı geldi demek benim için de” diye? Örgütlendiniz mi son hayal kırıklığınızdan sonra bir daha kırılma riskini azaltmak için? Yoksa dost sohbetlerinde kaçış planları yapmak ya da bittik biz diye ağlanmak daha mı kolayınıza geldi?

Her seçimde bir hayal kırıklığı yaşadıysan kardeşim, emeğine laf etmek haddim değil ama şu günlerin sorumlusu biraz da 6 günlük nöbetin yeteceğini beklemen değil mi?

20 gün kaldı seçime. Hâlâ geç değil. Ne yapılır ki demeyin, son kararı seçmen hep bu 20 günde verir. Konuşmamız lazım, seçim yokmuş gibi davranarak kazanmak zaten mümkün değil. Ben her gün başka bakkala giriyorum bu sıralar. Hepsine soruyorum “Eee kime veriyoruz oyumuzu?” İcabında oturup bir tabureye, sabırla anlatıyorum bir semt nasıl değişir, bu İstanbul nasıl güzelleşir. Her gün yürüdüğüm yolu, para verip taksiyle gidiyorum. Olsun o kadar. Bu şehirde en iyi nabız takside tutulur. Bir taksici ikna olursa onlarca insana faydası dokunur. Anlatıyorum aynı şeyleri dön baştan. Dişlerimi sıktığım oluyor sabretmek uğruna. Başım da ağrıyor evet. Ama içim azıcık rahat ediyor başımı yastığa koyduğumda. Elde var birleri sayıyorum koyunlar yerine.

Ben yaptım oldu demek için değil, belki fikir olur diye anlatıyorum. Haşa ahkam kesecek değilim. Kimseye akıl vermek haddim değil. Ama böyle yaptığımda, kaybedersek kendime o kadar çok kızmayacağım çünkü en azından uğraştım diyeceğim. Ama o oyu kullanıp, sandık başında durmazsanız, 1 Nisan sabahı sizin de kulaklarınızı çınlatacağım. Sözlerim, bunca senenin okumuşluğu çöpe gitmesine rağmen pes etmeden börekçi, kahveci açıp, bir yerlerde ders anlatmaya devam eden, çeviren, editörlük yapan, esnaflığa geçen yüzlerce akademisyenin cesaretle kucakladığı hayat nezdinde, çabuk küsenlere bir sitemdir.

Birbirimizle ve hayatla yeniden barışabilmek için buna mecburuz. Barış, cesaret ve emek istiyor.

Beni aydınlattığı için “Where Do We Go Now?” Filminin Yönetmeni Nadin Labaki’ye gıyabında teşekkür eder, sınırlarını zorlayan tüm cesur yüreklere saygılarımı sunarım.

Korkusuz pazarlar dilerim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...