02 Mart 2019 20:45

Medikal ahlak ve nabız yoklaması: İnsan zor anlarda karşısındakine ne diyeceğini bilemiyor

Medikal ahlak ve nabız yoklaması: İnsan zor anlarda karşısındakine ne diyeceğini bilemiyor

Fotoğraf: Pixabay

PAZAR
Paylaş

NCBI altında medikal ahlaka dair bir makale okudum. (J Savulescu, B Foddy, J Rogers 2006) Hastanedeki insanlara ne demeli, ne dememeliyiz üzerine.

Bir bacağını kaybetmiş birine “Ya ölseydin?” denmez diyor ha keza “Kaza senin hatan” da. Doğrusu “Bu büyük dertle baş edebildiğini, hayatta kaldığını görüyor ve seninle gurur duyuyorum” demek ve şunu sormak “Senin için ne yapabilirim?” Söyleyeceğimiz her sözden daha büyük olan gerçek ve somut fayda yaratmaktır. Vakit geçirebilmesini sağlamak, yarım kalan işlerini üstlenmek, hayatını kolaylaştırmak gibi birlikte direndiğinizi ortaya koyan şeyler.

İngiliz Ambulans Şoförü Tom Reynolds yaşadıklarını anlattığı Siren ( Blood, Sweat and Tea ) adlı bir kitap yazdı. Bir röportajında da şunu anlatıyordu: Ölmek üzere olan birine yalan söylemeyi bıraktığım gün, ilk kez birinin kollarımda, yüzünde bir acı ile değil huzurlu bir gülümseme ile gittiğini gördüm. Korkunç bir trafik kazasıydı. Vücudunun parçalarını kendisi de asfaltta görebiliyordu. Bu kadar açık bir yalan söyleyemedim. “Yaşayacak mıyım?” demişti, “Çok zor ama sen giderken ben yanında olacağım ve elini tutmaya devam edeceğim” dedim. Son nefesini verdiğinde yüzüne yayılan bir rahatlama ifadesi vardı. Normalde acı içinde ve gergin yüzlerle vedalaşmaya alışmıştım. Ondan sonra kurtaramayacağımızı bildiğim kimseye yalan söylemedim.

Bunları yazının kalanında boş bir çığırtkanlık yapmamak için dersime çalıştığımı ispat edebilmek adına anlattım.

Çünkü bir seçime gidiyoruz. Seçimler, dünya genelinde bir demokrasi şöleni olarak, heyecanlı, coşkulu, renkli geçer.

Bir bayram havasındadır çünkü değişim ya da sevginin ispatına seçenek sunar. Yurttaş olarak bir yerimiz olduğunu hissettirir. Bir alan kaplıyoruzdur ülkede, bir hakkımız vardır ve tek bir oy bile çok şey değiştirebilir. Yeni icraatların tetiklenmesini, yeni projelerin masaya yatırılmasını sağlar.

Biz ise açık kalp ameliyatına girer gibi bekliyoruz 31 Mart’ı. En son yayımlanan “İki ittifak karşı karşıya” bildirisiyle iyice pekişti bu his.

Çok da ümitli konuşmamış sanki doktorlar. Ameliyat öncesi imzalatılan şu tüyleri diken diken eden “Bana tüm riskler anlatıldı, hayatımı kaybedebileceğimi biliyorum ve bundan hastane mesul değil” sözleşmesini imzalar gibiyiz. Üzerimizde kıçı açık ameliyat önlüğü ile tedirgin, sessiz, mutsuz, güvensiziz.

Bu yerel seçim oysa. Bunun sonucunda ülke bölünmüyor, bir savaşa girmek üzerine kararı oylamıyoruz, Sadece o kadar çok alıştık ki kupayı kaptırmaya, beklentimiz yok gibi, tehditler altında kendimiz kalmaya devam etmeye çalışıyoruz.

Ol sebepten, uzuvlarını kaybetmiş bir hastaya neler denilmesi gerektiğini araştırdım. Bir hata yapmamak, yanlış bir şey söylememek için.

Çok uzuv kaybettik demokrasi adına. Konuşma, haber alma, basın özgürlüğü adına kaybettik. Akademileri kaybettik, para kaybettik.

Hastaları sinir eden zevzekler gibi kimsenin karşısına çıkıp “Ama iyi tarafından bakalım, ya ölseydik?” demek istemiyorum. Zaten ölenler oldu, ölenlerin ailelerini bir kez daha vurmak olur bu.

Ama kalan sağlar olarak da kimsenin elimizi tutup “O an geldi ama yanında olacağım” demesi gereken noktaya gelmedik, ön kabul bizi o ana yaklaştırır sadece.

Kendimi çok tarttım geçmiş haftalarda, boş umutlar devşirip kendimi de yıpratmamak için.

Bir video düştü önüme, İran’da başı açık bir kadını çeviriyor bir molla. Hakaretler ve tehditler savuruyor. Kadın, tersliyor adamı. Elinden kurtulup yürümeye devam ediyor. İnsanlar bu kez kadına destek veriyor. Son 1 yılda İran’da kadınların başları açık gezebilme mücadelesiyle ilgili çok video izledim. Bir yükseltiye çıkıp, eşarbını havada sallarken, ilgi çekici bir video yaratmak amacıyla değil, başına gelecek her şeyi göze alarak sesini duyurmaya çalışan kadınlar vardı. 1979’dan beri süren bir mücadele onlarınki. Tam 40 sene olmuş.

40 sene önce iyi gitmedi açık kalp ameliyatları, eve hapsoldular. Ama işte o son nefesi vermemişler ki nabız artık hızlı atıyor.

Özgürlüğe giden mücadele, özgürlüğün kısıtlandığı yerlerden birinden patlak verip yayılıyor ve onlarca yıl sürüyor.

Bunu düşündüm ve dedim ki biz ne zaman bu kadar bezgin olduk? Biz ne zaman vazgeçtik her şeyden? Hani yenilen pehlivan güreşe doymuyordu? Çalanı suçladığımız kadar çaldıran da suçlamaz mıydı kendini? Umudumuzu nasıl çaldırdık biz göz göre göre?

Ben İstanbul’da yaşıyorum. 1994’ten beri aynı partinin başkanları yönetiyor bu şehri. O sene doğan çocuklar 25 yaşına girecekler. 2. kez oy kullanacaklar. Ama bilmiyorlar eskiden ne kadar yeşildi buralar. Biz de unuttuk bu ülkenin en kalabalık metropolü, vitrini başka türlü nasıl yönetilirdi. Kimsenin denemek istememesini, merak etmemesini aklım almıyor. Hiçbir şey olmasa, kim olduğundan bağımsız, bir başkasının kazanmasını çok istiyorum çünkü kaybetmeye dair ezberlerin bozulmasına çok ihtiyacım var.

Beyoğlu’da oturuyorum. Gençliğimin en güzel yılları burada geçti. Ben burada bir zamanlar yeşili, insanların renkliliğini, özgürlüğü, müziği, dansı, iki balkon arası gerilen ipten sarkan çamaşırları, tarihi cumbaları yaşadım. Vakıf binalarının kiralanıp tiyatroya, sahneye dönüşebildiği zamanları gördüm. Öğrencilerin bile okul sonrası işlettikleri, kendi zevklerine göre ufak mekanlar açtığı zamanı gördüm. Mahalle kültürünün içinde keyifle yaşayan her milletten insan gördüm, yabancı bir ülkeden gelen arkadaşları gezdirirken yaşadığım gurur hâlâ kalbimde duruyor. Beyoğlu tarihinde hiçbir iktidara boyun eğmeyen, kendi dinamiğini illa ki bulan bir devdir. Umudum var.

Eminim sizin de muhtarınıza, belediyenize dair beklentileriniz var.

Bu seçim sandık güvenliği konusunda çekimser, isteksiz hatta tepkili insanlar çok.

Oysa ne diyordu medikal etik makalesi? Büyük sağlık travmalarında yapılabilecek en iyi şey, sağ kaldığın için gurur duyuyorum seninle diyebilmek ve gerçekten el verebilmekti.

Yale Üniversitesinden Prof. Synder’in “Faşizm geliyorsa nasıl yaşamalı?” isimli makalesini hatırlatmayı kendime borç bilirim.*

Birinci madde şöyle der:

“Otoriterliğin gücünün büyük bir kısmı bizim ona kazandırdığımız bir güçtür: Şimdilerde yaşadığımıza benzer zamanlarda, baskıcı bir hükümetin uygulamaları yüzünden zarar görmekten çekinen insanlar o hükümetin kendilerinden daha neler isteyebileceğini düşünürler. Hükümet bunları talep etmeyi henüz aklına getirmemiş olabileceği veya göze alamadığı halde, insanlar kendilerine uygulanacağını hayal ettikleri baskıya göre hareket etmeye başlarlar.

Öngörüye bağlı itaat, hükümete halka daha fazla ne yapılabileceğini işaret eder ve özgürlüğün kaybını hızlandırır.

Bunu şimdiye kadar yapmış olabilirsiniz, bundan sonra yapmamaya dikkat edin.

2-Elde kalan kurumları savun. Savunulacak kurum bir gazete, bir okul, bir üniversite, bir sivil toplum örgütü, bir dergi, bir sanat kurumu, bir dernek olabilir. O kurumlarda etkin olmaya çalış, hiç olmazsa varlığını hissettir. Bir davayı takip et. Bir gazeteyi satın alarak yaşat.

3- “Faşizm koşullarında en büyük devrimcilik, işini iyi yapmaktır.” (W. Benjamin)

Faşist rejimlerde devlet liderleri kötü örnek oluştururlar: Onların muktedir kıldığı bazı kişilerin artık yasaya uymama özgürlüğü vardır. Bazı kişilere, gruplara rant, talan, yalan özgürlüğü verilmiştir; zayıflara da sadece yalanlara inanma, katledilme, tecavüz edilme özgürlüğü kalmıştır.

Böyle zamanlarda, normal halde işler düzgün yürüdüğü için kullanılması pek gerekmeyen meslek ahlakı dilinizi hatırlayın. Meslek ahlakı, adil pratiği savunmaya yarar.

Meslek ahlakı, muktedirin sizden yapmanızı talep ettiği yanlış işleri niye yapamayacağınızı gerekçelendirmeye yarar.

Bu öğütler devam ediyor lakin yerim dar. Henüz girmediğimiz bir seçimi, sonucunun ne olacağı ön yargısıyla psikolojik olarak reddetmeyi de ben reddediyorum. Bunu mücadelede gerek ve şart görüyorum.

Demokrasinin gereğini sonuna kadar savunmak ve kurumları işletmek zorundayız. Peşin bir teslimiyete yokum.

Ve son madde: Şimdi işimiz var. Bir kez daha. İnsan ikna edeceğiz. Gezdiğimiz her kapıda inandığımızı ılımlı şekilde savunacağız. Hayalimizdeki dünyayı anlatacağız. Ve o sandığı, yorgunuz biliyorum ama bir kez daha bekleyeceğiz.

Çünkü daha son nefesi vermedik.

Avusturyalı Bonnie Ware, refakat ettiği yoğun bakım hastalarının son günlerinde yanlarında olan bir hemşire.

“The Top Five Regrets of Dying”, Ölmek üzere olanların 5 pişmanlığı kitabında ilk sıradaki pişmanlık:

“Keşke kendi hayatımı yaşama cesaretini gösterebilseydim”

“Hayatının noktalanmak üzere olduğunu anlayan insanın, birçok hayalinin gerçekleşmediğini görmesi kolaylaşıyor. Benim refakat ettiğim, ölmek üzere olan hastaların çoğu, hayallerinin yarısını bile gerçekleştirememişti ve hepsi bunun en büyük sorumlusunun kendisi olduğunun farkında olarak hayata veda etti. Çünkü her biri çeşitli nedenlerden ötürü, kendi istedikleri hayatı yaşayacakları yerde başkalarının onlardan beklediği hayatı yaşamıştı.”

O gün geldiğinde, “Elimdeydi ama yapmadım” dememek için, deneyip başaramamış olmayı tercih ederim.

Bahara az kala, tüm neşemi ve bayram havamı giyindim.

Nabzım hızlı atıyor.

Sizlere de capcanlı pazarlar dilerim.

* Prof. Synder çeviri: Prof. Zeynep Direk.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...