24 Ocak 2019 00:10

Beethoven’ın kulakları çınlasın!

Beethoven’ın kulakları çınlasın!

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Güney Amerika’nın bol diktatörlü  zamanlarının birinde yeni diktatörlerden biri tahta çıkış yıl dönümünde sevgili halkına iyi dileklerini bildirmek ister. Bunun için sarayının önüne “bindirme kıta” bir kalabalık toplar. Diktatör konuşmaya başlayacağı sıra ahaliden biri yeri göğü inletircesine hapşırır. Diktatör, öfkeyle sorar:

-Kim aksırdı?
Kalabalık sus pus.
Diktatör, buyruk verir:
-Birinci sırayı kurşuna dizin!
Kalabalığın ilk sırası cümbür cemaat kurşuna dizilir.
Yeniden sorar:
-Kim aksırdı?
Yine tıs yok.
-İkinci sırayı da kurşuna dizin!
İkinci sıra da halledilir.
Üçüncü, dördüncü, beşinci sıra derken diktatör yeniden kükrer:
-Kim aksırdı?
Sonunda arka sıralarda bir yerlerden yaşlı bir adam boynunu büker::
-Kendimi tutamadım, ben aksırdım efendim!
Diktatör, rahatlar ve seslenir ihtiyara:
-Şunu baştan söylesene be adam? Çok yaşa!

Diktatörler böyledir. Önce halklarını yok ederler, sonra da birkaç kişiyi bağışlayıp demokrasi havariliğine soyunurlar. Dünyanın her yerinde, özellikle seçim zamanları ortalıkta esen barış rüzgarları, savaş rüzgarlarından daha çok üşütür halkları. Bu rüzgarlar, çok sert eser ve daha çabuk hasta eder.

Otoriter iktidarlar da seçime kadar ölmemesi için halkını taltiflere iltifatlara, şifalara dermanlara boğar. Seçimlerin sonrasındaysa halkları, aksıranın kurşuna dizildiği yeni bir baskı dönemi bekler. Siyasal baskı olduğu kadar ekonomik, kültürel, toplumsal baskılar da halkın kurşuna dizilme yöntemleridir. İktidar, bu gülüm cicim aylarında kimileyin nalına, kimileyin mıhına vurmayı politik bir yol haritası sayar. İktidarı fazla meşgul etmeyen ancak aydınlar arasında ahlak ve etik, güç ve boyun eğme tartışmasına neden olan şu bizim Fazıl Say meselesi gibi.

İktidarın bu meselede “çok yaşa” diyeceği birini bulmanın ve kamuoyunun algısını seçim öncesi Metin Akpınar, Müjdat Gezen davasından başka yöne kaydırmanın bir yolunu yakaladığı düşünülebilir. Bu durumun “politik cilve” olduğunu söyleyebilirsiniz pekala. Ancak Beeethoven ya da Mozart dinlemesi önerilen bir siyasal öznenin kendisine “faşist baskı” uygulandığını söyleyip de düşmanı saydığı bir müzisyenin davetiyle klasik müzik dinlemeye gitmesi ironik  gelebilir size.

Olaya Fazıl Say yönünden bakmak istemiyorum. Aydınlar büyük baskılarla kovuşturulup, soruşturulup cezalandırırken Say’ın aksırığı karşılıksız kalamazdı. Buzların erimesi diyebilirsiniz isterseniz bu yakınlaşmaya ama ya o buzların soğuğuyla hasta olan aksırmaktan bile korkar duruma getirilen, aksırdığı için de mahkeme kapılarında süründürülen aydınlara  ne diyeceğiz? Korku, dağları bekler mi?

Beethoven’ın, saray arabasında kralı görünce şapkasını çıkarıp yerlere kadar eğilerek selam vermesine kızdığı için canciğer arkadaşı Goethe’yle selamı sabahı kestiği söylenir. Aydın, Goethe’den ya da Beethoven’den yana olabilir. Seçimiyse özgürlüğe bakışını ya da iktidarla ilişkisini söyler. İktidar içinse politikada her yol mubahtır?

Dünün belediye başbakanının, başbakanının bugünün cumhurbaşkanının 1989 yerel seçimleri öncesinde belediye başkanı adayıyken “Oyunuzu, gönlünüzü, desteğinizi istiyoruz.” diyerek genelev, meyhane, birahane, çayhane; ev ev, hane hane dolaşıp sonrasında belediye başkanlığı, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı ve rejim değişikliği hesapları yapmasına bakıp da böyle denebilir elbette.

Şimdiyse ne diyor? “Bana keşke bira içseydi demek faşistliktir.” Oy için her sözün politika kitabında yeri kutsaldır. Mezarlıkların bile “hayalet seçmen” ile doldurulduğu bugünün seçim öncesine bakıldığında eski belediye başkanı adayının  kapı kapı gezinip eski partisi Refah’a oy araması daha masum ve daha politika içi görünüyor. En azından sosyal iletişime daha açık yollar diye düşünebilirsiniz bu ziyaretleri...

Yine yeni cumhurbaşkanının yol arkadaşları için söylediği “Yola çıktık, milletvekili oldular, belediye başkanı oldular, bakan oldular ama trenden indiler. Trenden inenler de bir daha zaten bu trene binemediler ve binemeyecekler.” sözleri de siyasi kıyımın itirafından başka bir şey değil kuşkusuz. Çünkü trenden indiler dediği arkadaşlarını kendisi atmıştı partisinin vagonlarından.

Ne diyordu trenden atılan o yolculardan Bay Arınç, o mutlu günleri yad ederken? “Meyhanelere, birahanelere girmişimdir, ister oy versinler ister vermesinler, bu bizim toplumla barışma modelimiz oldu.” Bu “barış ilanları” da hep seçim arifelerinde oluyor nedense. Böyle bakınca iktidarın bugünlerde birilerine zeytin dalı uzatıp birilerine aba altından sopa göstermesi daha anlaşılır bir siyasal oyun sayılabilir. Siyasi etik değil, politik yöntem...

Sonrası mı ? Sonrasıysa politika bu, aslanı kuzuya boğdurmayı sürdürüyor. Şıhla mürit, imamla hoca çıkar için kanlı bıçaklı olabiliyor. Para bu, anayı kızdan sürmeyi gözden ayırabiliyor. Önümüzdeki seçimlerde yeniden göreceğiz yeni alavere dalavereyi. Arife böyleyse vay bayramın haline!

Latin Amerika hikayesiyle başladım yazıya, bir İtalyan hikayesiyle de kapatayım köşeyi. Sicilya’da bir geminin güvertesinde azgın eşeğini boynundaki yuları çekerek sürüklemeye çalışan bir papazı gören yolcu, papaza sorar:

-Hayvan, neden bu kadar ürküyor?
Papaz, gülümseyerek karşılık verir:
-Sizin de boynunuzda bir ip ve yanınızda bir papaz olsaydı siz de bu eşek kadar ürkerdiniz.
Seçim öncesi ip yine boynumuzda, ipin ucu da imamların elinde.
Ama korkmak yok!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...