19 Ocak 2019 23:35

Mor dağların ‘Yalnız Efe’si

Mor dağların ‘Yalnız Efe’si

Fotoğraf: Özer Akdemir / Evrensel

PAZAR
Paylaş

Gün yitip gitmeden önce sarp yamaçlar kızıla kesti. Issız koyaklar gölgelendi. En son ışık denizin ortasında kaybolurken, orman turunç renginden çağla yeşiline, ardından gece mavisine büründü.

Yıldızlar bir bir göz kırparken akşamın alacasına, serin bir yel usulca sokuldu ormanın içine doğru.

Yalnız Efe kendine geldiğinde gözlerinin önünde yıldızlar uçuyordu. İçinde bir bulantı vardı. Başı ortadan ikiye yarılacakmış gibi ağrıyordu.

Gökyüzüne baktı, ay tam bu sırada iki tepenin çatalından doğuyordu. Bulutsuz gece göğünde üzeri lekelenmiş tepsi gibiydi ay.

Ağzı yukarı düşmüştü bulunduğu yere. Kalkmaya çalıştı, yapamadı. Dizlerinin üzerine doğru dönmek istedi, dönemedi. Bekledi bir süre daha. Nefes alışlarını düzenlemeye uğraştı. Boğazı yanıyordu soluk aldıkça. Yüreği o kadar yavaş atıyordu ki! Bir an duracak sandı. Ürperdi! Ölüme ne kadar yakın olduğunu düşündü. ‘Belki de öldüm’ diye geçti içinden.

Yattığı yerden toprağın içine parmaklarını daldırdı. Serin topraktaki yaşamı hissetti. Toprak nemliydi, çiğ kokuyordu.

Kafasını kaldırıp etrafına bakındı. Keçileri az ötede birbirine sokulmuş duruyorlardı. Gecenin karanlığından korktuklarında, eğer evin yolunda değillerse bir araya gelirler, bir top olurlar, başlarını birbirinin gövdelerine sokup beklerlerdi. Usul usul kımıldamaları duyulurdu bu zamanlarda. Boyunlarındaki çanların sesleri çın çın öterdi. Bir de gecenin ve etraftaki ormanın uğultusu olurdu.

Ama tüm bunlar maden gelmeden önceydi...

Rüzgar, madenin boğuk homurtularını, geri geri giden bir kepçenin çıkardığı uyarı sirenini, yükünü almış bir kamyonun inleyerek dağa sarmasının seslerini getirdi kulaklarına kadar.

Toparlamıştı birazcık kendini. Soluk alış verişi düzelmiş, başındaki ağrı hafiflemişti sanki. Son hatırladığı şey ormanın içinde başının dönmesi, çamların üstüne üstüne gelişi, dik yamaçtan aşağı doğru yuvarlanmamak için bir ağacın gövdesine sarılışı, ağacın reçine kokusu ve sert budakların ellerinin derisini bir elmanın kabuğunu soyar gibi soyuşu idi.

İşte o düştüğü ağacın altındaydı hâlâ. Zamanı kestirmeye çalıştı, yatsıya yaklaşmış olmalıydı. Tam bu zamanlarda keçileri ile birlikte köye girmiş, evine giden küçük yokuştan aşağı sarı ölgün sokak lambalarının altında iniyor olmalıydı.

Demek ki en az iki üç saattir baygın yatıyordu bulunduğu yerde. Ayağa kalkmak istedi. Sol ayak bileğinde müthiş bir acı onu olduğu yere mıhladı adeta. Elleriyle bileğinin çevresini yokladı. Kırık çıkık bir şey yok gibiydi ama dinmeyen ince bir sızı hissediyordu. Çamın dalından destek alıp tekrar ayağının üzerine basmayı denedi, acı onu olduğu yere kıç üstü oturttu yeniden.

Heybesi hâlâ boynuna çaprazlama bir biçimde takılıydı. Tüfeği aşağıya doğru kayıp gitmiş, belki bir 10 metre öteye sürüklenmişti. Heybeyi karıştırdı. Bir poşete sarılı keçi peyniri ve yufka çıkınının altındaki telefonuna ulaşıp oğlunun numarasını bulmaya çalıştı. Gecenin karanlığı bozuk gözleri ile birleşince küçük ekrandan ismi bulmak hiç de kolay olmadı onun için. Nihayet oğlunun adını gördüğü ekranda ara tuşuna basarken içinden telefonun çekmesi için dua ediyordu.

*

İzmir’in dağlarına ilk karların düştüğü günlerde Uzundere yolundan Efemçukuru ayrımına saptığımızda bembeyaz bir bulut aracımızın yolunu kesti. Buluttan çıkar çıkmaz da kar yağmış yamaçları, tepeleri beyazlamış ağaçları gördük. Buz gibi, tertemiz bir hava girdi açık pencereden içeriye.

Köye girdiğimiz gibi, sürüyü önüne katıp bağlara doğru ilerleyen Yalnız Efe’yi gördük. Keçilerin arkasında, elinde ince uzun bir ceviz dalı, omzunda tüfeği, sırtında asker kamuflajından kabanı ile topallayarak yürüyordu.

Bizi görünce yüzü güldü, “Ne o keçi gütmeyi mi özlediniz” dedi. Sarılıp kucaklaştık. “Keçilerden çok seni özledik Ahmet abi” dedik. Neden topalladığını sorduk. Bir yıl kadar önce, başına gelen olayı öğrendik o zaman. Düşüp bayılmasını, bu sırada ayağından gelen ‘kıt’ sesini, ayıldıktan sonra oğlunu arayıp onun yardımı ile eve zar zor gidebilmesini anlattı. Doktor, ‘Kesin dinlenmelisin, artık çobanlığı bırakmalısın’ demiş ama o bir hafta sonra tekrar düşmüş keçilerin peşine.

‘Çalışmazsak ekmek yok, mecburum keçileri gütmeye’ dedi. Bir iki saat lafladık. Onu anlatan belgeseli ilk ona izlettik. Çok beğendiğini söyledi, teşekkür etti bize. Beş dakika oldukları yerde durmayan keçilerin epeyce uzaklaştığını gördüğümüzde vedalaştık. Dallarından güneş sızan çamların içine doğru topal topal yürüdü gitti. Ağaçların arasında kaybolurken omzundaki tüfeğin namlusu şavkıdı. Keçilerin çan sesleri arasında ayak sesi duyulmaz oldu.  

Dönerken, Yalnız Efe’nin bağlarının yanından, İzmir’in suyunu kirleten madenin önünden geçtik. Aylarca gidip geldiğimiz bağlarda mevsim kışlamış, asmalar çoktan gazelini dökmüştü.

İzmir’in bu dağları çok efe gördü geçmişte. İşgale karşı direnen, tüfek çatıp, sarı çamın altından kurşun sallayan.

İzmir’in son efesi hâlâ o dağlarda. Yalnız Efe, tüfeği omzunda, boynunda kıl heybesi, yaralı ayağına yan basarak, ‘Ne mor dağları biter bu ülkenin ne omzu tüfekli efeleri’ dercesine dolanıyor...

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...