24 Kasım 2018 23:25

Mülkiyeli garsonlar, tezgahtarlar ve pamuklara sarmadığımız çocuklar: Kolay yetişmiyoruz

Mülkiyeli garsonlar, tezgahtarlar ve pamuklara sarmadığımız çocuklar: Kolay yetişmiyoruz

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Bir kız bir erkek ikiz ergenlerin annesiyim. Çocuk, insanın hayatına girerken bazı lüksler çıkıyor. Pes etmek mesela lüks oluyor ve anında düşüyor ömürden. Yerine sürekli bir sınav başlıyor: Bir yerde hata yapıyor muyum acaba?

Çocukların mutlu olmasını, tamamlanmış hissetmesini, keşkesiz büyümesini, yüzlerinin gülmesini, her yaşın hakkını verebilmelerini, geleceklerinin endişeden muaf olmasını hayal ediyor, bunun için de icabında yılan büküyor, timsah tutuyor, kaplan dövüyoruz.

Dünyaları yerinden oynatıp hatta paramparça edip yeniden kuruyoruz. Bu sırada kendimizden de vazgeçmemeye çalışıyoruz çünkü çocuk öğretileni değil yaşadığını daha çok alıyor. Bizi adanmış bir köle gibi değil, mutlu, başarılı, keyifli, dik duran sağlam bir insan gibi görmeli.

Ne zaman üzüldüklerini görsem, içimde kocaman bir çivi kavanozu kırılıyor. Camlar ayrı batıyor çiviler ayrı. İçim kanıyor.

Şu yaşamak denen şey de üzülmeden öğrenilmiyor. 

Çocuk yetiştirirken bazı şeyleri kendilerinin öğrenmesini, zorlanmasını ama başarmasını diliyor, hayal ediyor buna çabalıyorum.

Koşullara uyum sağlayıp hayatta kalmayı ve hatta o şartlarda dahi mutlu olmayı öğrenirlerse bir daha devrilmezler

Bir kez tramplenden atlamadan suya nasıl düşeceğimizi bilemeyiz. Canımız acımadan atlamayı öğrenene kadar da biraz göbek kızarıklığı çekeceğiz.

Bazılarımız çekti bile.

Liseyi bitirdiğim yaz, babam beni Londra'da bir dil okuluna yazdırmıştı. Memur bir aile için oldukça büyük bir fedakarlıktı. Zira bütçeyi de yanlış hesaplamışız, gerçek dünyadan haberimiz olsa bütçemizin orada bir yaza değil ancak 10 güne yetebileceğini idrak ederdik. Ancak internet yoktu. Araştırma şansımız olmamıştı, aracı şirketin sözüne güvendik. Hayatımda henüz hiç metro görmemiştim. İlk tecrübem dünyanın ikinci büyük ve en eski metro ağı olan Londra metrosuyla oldu. Hayatımın ilk uçak tecrübesi de ha keza. Biraz İngilizcem vardı ancak yanımdaki Kıbrıs vatandaşı kadının iltica talebini pasaport görevlisine iletmem gerektiğinde hiçbir şey bilmediğimi fark ettim. 18 yaşındaydım. Bir günde yaşadığım ilklerin sayısı beni şok ediyordu. Teoride şirket bana bir aile yanında pansiyonerlik ayarlamıştı. Pratikte, Polonya asıllı yetmişlerinde bir kadının, Mrs. Griffin'in misafiriydim ve dünyanın dalga geçtiği "olmayan" İngiliz mutfağını tecrübe ediyordum. Bahçeden söktüğü marulu, lavaboya doldurduğu suda şöyle bir çalkalar, ikiye bölüp salata diye önümüze koyardı. Aynı evi Rus bir yazar, yine Rus bir anne-oğul, Brezilyalı 60 yaşlarında bir çift ve oda arkadaşım olan İtalyan kırsalından bir kızla paylaşıyordum.

Param azalınca ilk iş yemekten tasarruf ettim. Mrs. Griffin ile konuşup yemek yemeyeceğim için indirim aldım. Sonrasında elimde kalan son birkaç pounda bakınca daha sert tedbirler almak gerekti. Telefon yoktu, bankacılık işlemleri şimdiki gibi değildi. Kredi kartı bile yoktu. Ailemden destek isteme şansım yoktu. Bir fırsat bulup istesem de gönderebilecek durumları var mıydı emin değilim. İngilizce kursunda tanıştığım ve çok iyi anlaştığım Meksikalı Claudia, part time çalışıyordu. Ondan rica ettim. İlk işimiz yaz sezonunu Londra'da geçiren zengin Ortadoğuluların evlerini, onlar gelmeden temizlemekti. O filmlerde gördüğümüz şapkalı ve üniformalı güvenlik görevlilerinin görev yaptığı, kırmızı halılı büyük resepsiyonlu binalara bu sayede girdim. 10 odalı apartman dairelerinin çarşaflarını değiştirdim, mutfakları için alışveriş yaptım, mücver pişirdim, kısır yaptım, sildim, süpürdüm. 

Yetmedi. Pansiyonerlik bitti, Claudia'nın evine mutfak masraflarını bölüşmek şartıyla taşındım. Ablası, ablasının 3 yaşındaki kızı ve Hintli sevgilisi, Claudia ve ben 5 kişi, 7. Bölgede 60 metrekare bir evde kalıyorduk. 

Bir gün sürekli önünden geçtiğim çok şık bohem kıyafetler satan dükkana o gün üzerimdeki kıyafeti beğendiğim ve çok fakir hissetmediğim için girme cesareti gösterdim. Satış görevlisinin suratsızlığı ve ilgisizliği sayesinde bir şey almamın imkansız olmasına rağmen rahatça geziyordum. Aynada denediği kıyafete bakan bir Alman turiste, üzerindekinin çok yakıştığını, o bluz üzerine giyebileceği şu hırkayı da denemesini hatta bana kalırsa şu etekle de kombin yapmasını söylüyordum. Dil öğrenmeye gelmiştim ancak İngiliz aksanı çok zordu. Japon, Alman, Rus, İtalyan bulduğumda fırsatı kaçırmıyor sohbet etmeye çalışıyordum. Kadın dediklerimi denedi ve beğendi. İçimde ukde kalan o kıyafetleri kendisine aldı. Mağaza sahibi Hint asıllı, kısa boylu, komik bir adamdı. Yanıma gelip, öğrencisin değil mi? dedi. Sana saatte 3,5 pound veririm. Günde 6 saatle başlarsın. Cumartesileri 8 saat. 1 ayın sonunda da satışların iyiyse indirim reyonundaki bir bluzu prim olarak alabilirsin. O saniye el sıkıştık. Çantamı kasanın arkasına bırakıp işe başladım.

Bir hafta sonunda ilk kez bir pubta İrlanda birası içecek param olmuştu. 

Claudia'ya da ısmarladım. Bir biraya bir mekanda ne kadar uzun oturulabilirse o kadar uzun oturduk. Çıkışta Leicester Square'da Afrikalıların sokak müziğine denk geldik. Bizim darbukalı dokuz sekiz göbek havamıza çok benziyordu. 18 yaşındaydım, ilk kez İrlanda birası içmiştim. "Bak Claudia biz düğünlerde böyle oynarız" deyip şalımı belime bağlayıp dans etmeye başladım. Ben iyi dans edemem. Amacım arkadaşımı neşelendirmekti, komiklik olsun istemiştim. Ama vurmalı çalgılara mesafeli İngilizler çok ilgi gösterdi. Bir anda kendimi kocaman bir insan çemberinin ortasında alkışlar eşliğinde döktürürken buldum. Müzik bitince Afrikalılardan biri yanıma gelip "Al bu senin payın" deyip bana 8 pound verdi. "Her hafta sonu buradayız. Seyircilerin arasından çıkarsın yine, 4 tur oynasan yeter. Gelirsen hasılatı kırışırız." dedi.

Bongolar eşliğinde göbek atıp, şapkayla toplanan parayı Afrikalılarla bölüşüp, Meksikalı ve Hintlilerle ev paylaşıp, İranlıların, Suudilerin evlerini temizleyip sosyeteye bohem kıyafetler satarak, Londra'nın tüm müzelerinin ücretsiz girişlerini yakalayıp hatta Jesus Christ Superstar operasını bizzat kendi sahnesinde izleyerek geçirdiğim o yaz sonunda Siyasal Bilgiler Fakültesine girdim. Hayata dair pek çok şeyi tek bir yazda öğrendim.

Okuyabilmek için de çocuk tiyatrosu oyunculuğundan anketörlüğe, gümüş tezgahından kilo ile defter satışına hatta Sevgililer Günü'nde içine not yazılı kuru güller satmaya kadar pek çok iş yaptım.

Bunları neden anlattım? Çünkü bu hafta yazılarını eskiden beri severek takip ettiğim Anayasa Hukuku Hocası, Doç. Dr. Murat Sevinç'in Duvar'daki yazılarını derlediği “Hey Garson!” kitabını okudum. İçinde çok benzer bir geçmişin hikayesi vardı. Asistan olabilmek için dil eğitimi almak amacıyla, aynı yokluk içinde Londra'ya giden bir Siyasal Bilgiler öğrencisinin anıları. Hayattaki azmi, direnmeyi ve yine de neşeyi korumayı, hayattan aldığımız keyfi de ertelememeyi gördüm. Bir hocanın verdiği satır arası nasihatları gülümseyerek alıp cebime koydum. Hayatta gerçekten dik duranlar, mağduriyetlerini miting meydanlarında süsleyerek büyütüp haykıranlar değil, böyle dost meclislerinde gülerek anlatanlar oluyor.

Bu hafta çocuklarımın 7 yıllık drama öğretmeni Kemal Oruç da meslekten ihraç edildi. Tiyatro üzerine onlarca kitabı olan bu değerli eğitmen de basın açıklamasını şöyle bitirmişti:

"Yedi yaşında çalışmaya başlamış biri olarak hayatım boyunca mücadele verdim. Elbette bununla da mücadele edeceğim. Mutsuz ya da umutsuz değilim. Söylediğim ve yaptığım her şeyin arkasındayım. Kurduğum her cümlenin son noktasını bizzat ben koydum. " 

Demem o ki vereceğiniz 24 bin liralık maaş için hiçbir akademisyen yurda dönmeyecek, çünkü özgürlüklerine paha biçtirmeyecek. Gidip garsonluk yapıyor dediklerinizin o garsonluktan edindiği insana dair dersler bu iktidarın hiçbir fakültesinde okutulmuyor. İhraç edince bitirdik sandığınız akademi hâlâ içimizde, üretmeye devam ediyor. Bizi eğitmeye, bildiklerini öğretmeye de devam edecek. O unvanlar çalışarak, bedel ödenerek, emek verilerek alındı. Bir kararnameyle sökülemeyecek kadar değerli. 

Bu hafta, öğrencilerinden uzaklaştırılan iki hoca nezdinde, çocuklarımın geleceği için doğru yaptığıma kanaat getirdim. Vazifem onlara hayatı toz pembe kılmak değil, hayatı göğüslemeyi öğretmeliyim.

Dr. Bahar Eriş “Bırakın çocuk, henüz çocukken yenilsin. Asıl zaferin yılmadan devam edebilmek olduğunu yolun başında öğrensin” diyordu.

Bir şeyleri kaybediyoruz ama yenilmiyoruz işte. Kaybetmeye şerbetliyiz, yeniden ayağa kalktıkça damağımızda hep bir zafer tadı.

Murat Sevinç'in kitabını okuyun dilerim bu pazar. Kahvaltı üzerine yüzüne kocaman bir gülümseme oturtacak bir tatlı niyetine. Bir Mülkiyeli garsonun Mülkiyeli bir Dışişleri Bakanına penguen kostümü ile sosis ikram ettiği an sizi gülümsetecek. Bernard Hill'in davetinde mütevazılığı, garson-müşteri ilişkisinde saklı medeniyet seviyelerini, ezilenin patron olduğu zamanki tavrının ülkelere göre farkını göreceksiniz. Robert Fisk öğütlerini bulacaksınız.

Buralardan gideni gittiği, döneni döndüğü için yargılamaktan ve sorgulamaktan vazgeçeceksiniz.

Ben vazgeçtim. İkisini de haklı kıldı kitap benim için.

Ama kulağıma da küpe oldu şu satırlar:

İyi bir şey, insanın dönecek toprağının olması...

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...