21 Ekim 2018 00:35

Gönül yarası hikayesi

Gönül yarası hikayesi

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Küçükken sokakta oynarken, irisinden bir çocuk gelir, topumuzu alır elimizden, bir tane de çakar suratımıza. Orada gücün gücüne denkse, hırslanıp, yerinden kalkıp kovalar, girersin kavgaya yumruk yumruğa. Belki de fazla iridir, bırakır topu kaçarsın ve kendini teselli edersin yine de “yakalasa mahvedecekti beni, nasıl da kaçtım, arkamdan öylece bakakakaldı ama?”

Koymaz yani insana o dayak. Ama evde bir vesile, baba atsa o tokadı, insanın gözleri dolar ya hani, işte o acıdan değil, kalbe batan cam kırığından, gönül yarasından.

Beni, ellerinde büyüttüğün, kaydıraklardan kaydırdığın, salıncaklarda salladığın, hastalandığımda üzüntüden saçlarını yolduğun, dünkü bebeğin beni, kıracak kadar mı değerli senin için o kaybettiğim top, o kırılan eşya, o laf?

Gönül yarası, kırılan kemikten bile çok acıtır, geç iyileşir:

İşin acısı, sevdiğinin verdiği hasarla ilintilidir, bolca da hayal kırığı içerir.

Sinemanın bir gönül yarası hikayesini analım. Elia Kazan asıl adı ile Ellia Kazancıoğlu, Kayserili bir ailenin oğlu. 1913 yılında Amerika’ya göç ediyorlar ailecek. Sebepleri uzun ve ayrı bir tartışma konusu. Elia Kazan, Yale’de tiyatro okuyor, oyun yazıyor, yönetiyor ve oynuyor. 1934 yılında komünist partiye girip 1936 yılında atılıyor. Buradan sonra sinemaya yönelip, belgesel de dahil pek çok eser üretiyor.

1947 yılında açtığı aktörlük okulunun dünyaya kazandırdığı bazı isimler şöyle: Marlon Brando, James Dean, Rod Steiger, Natalie Wood, Lee Remick vb.

John Steinbeck, Arthur Miller gibi isimler de Kazan’ın dostlarıydı o dönemler.

Sonra Amerika’da McCarthy dönemi komünist avı başladı. Ve eski komünist Kazan, gidip 8 arkadaşını ihbar etti. Charlie Chaplin, Orson Welles, Paul Robeson ve niceleri o dönem ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

Kendisini aklamak için Rıhtımlar Üzerinde’yi çekse de, sinemasını utanç yerine haklılığını ispata kullandığı için yeniden eleştirildi.

Şimdi gelelim bu hafta kaybettiğimiz, ülkemizin dünyaya açılan bir kapısı, tarihimizi kayda geçirenlerden, Aşık Veysel’den Salvador Dali’ye pek çok simayı onun kadrajından simamıza kazıdığımız fotoğrafçı Ara Güler’e.

Ara Güler bir gönül yarasıdır. Yıllarca Anadolu’yu köy köy, İstanbul’u sokak sokak fotoğraflamıştı. Hüznümüzü, neşemizi, çocukların gözlerindeki heyecanı, ayaktaki pantolonların hırpaniliğini, yüzlerdeki her bir çizginin manasını onun kadrajından gördük. Boğazı, Haliç’i, vapurları, kayıkları, Arnavut kaldırımların yağmurda parlayışını sevdik.

2013’te bu ülke, dünyaya bir direnişin en güzel görsellerini hediye etti. Amatör ellerden çıkan, cep telefonundan çekilen fotoğraflar bile şu an google aramalarında “direniş” kelimesinin karşılığı olarak bulunabiliyor. Milyonlarca insanla dolu Taksim Meydanı, Gezi’de kurulan kütüphane, ağaçlardaki el örgüsü hamaklar, gece karanlığında dumanlar bırakarak fırlayan gaz fişekleri, onları havada yakalayan inşaat eldivenli eller, gaz maskeli gençler, el ele tutuşan anneler, halaylar, resitaller, danslar, ateş, çığlık, kan, acı, zafer, kahkaha, paylaşım, dostluk bir fotoğrafı değerli kılabilecek ne varsa oradaydı. Üstat orada yoktu. Tek bir kare çekmedi, “Emri ben verdim” diyeni objektifine layık gördü. Gönlümüz kırıldı. Babadan yenilen bir tokat gibi, cam kırıkları battı. O kare kare Anadolu bizdik, fakirliğine rağmen, yeni dökülmüş süt dişlerinden kalan boşlukla objektifine gülen çocuklar bizdik, kasketli hamallar bizdik, Mısır Çarşısı kalabalığı, Sirkeci’nin liman işçileri, leylek seyreden sünnet çocukları, ağların üstüne uzanıp dinlenen balıkçılardık. Sen de mi Brutus? dedirtti. Öyle bir battı ki kalbimize hayal kırıklığı, gönlümüz işte hâlâ yaralı.

Elia Kazan da bir gün çıkıp, “hata ettim” demedi, “utanıyorum” demedi. Arkadaşsız kaldım, demedi. Abraham Polonsky, Kazan’ın 1999 yılında Onur Oscar’ı alacağını duyduğunda “Umarım ödülünü alırken birisi onu vurur.” demişti. Bizim gönlümüz kırılmış, sitemlerimiz azarla karşılık bulmuş, usta dünyaya veda ederken, kırığımız içimizde kalmasın istemişiz çok mu? “Tabii Cumhurbaşkanı’nı çekeceğim, onu çekmeyip sizin gibi serserileri mi çekeceğim?” demişti. Giderken ardından, “bir özrünü göremeden gidiyorsun üstat, içimizi soğutmadan, kırığımızı onarmadan gidiyorsun, bilesin” demişiz, bu kadarcık serserilik bize çok mu?

Elia Kazan’ın Onur ödülü aldığı 1999 Oscar töreninde, pek çok davetli ayağa dahi kalkmadı, alkışlamadı. O komünist avı yüzünden ülkeyi terk etmek zorunda kalan Charlie Chaplin, aynı ödülü almak üzere 1972’de yeniden Amerika’ya ayak bastı. Oscar töreninde 12 dakika boyunca ayakta alkışlanarak Akademi’nin rekorunu kırdı ve hâlâ kimse daha uzun alkışlanmadı.

İnsanların özgürlüklerinden biri de saf tutacakları cenazeyi seçebilmektir. Kimseye zorla cenaze namazı kıldırılmaz. İmam sorar “Nasıl bilirdiniz?” diye. İyi bilirdik demeyecek insan da o musalla etrafında istenmez.

Dileyen alkışlarla uğurlasın, dileyen de gönül yarasını kendi başına tamire çalışsın.

Ayrılıklı değil kavuşmalı, hayal kırıklıksız bir pazar,yara onaracak güç dilerim.

Not: McCarthy döneminin gazeteciler üzerindeki etkisi için George Clooney’in yönettiği, Good Nightand Good Luck isimli 2005 yapımı filmi izleyebilir ya da Arthur Miller’ın tam da bu dönemde kaleme aldığı “Cadı Kazanı” oyununu okuyabilirsiniz. Oyunun film versiyonları da mevcut.

Jean-Paul Sartre’nin senaryosuna el attığı, 1957 Fransız-Alman ortak yapımı “Lessorcières de Salem” (Salem Cadı Mahkemeleri) ve Nicholas Hytner’in yönettiği, Arthur Miller’in bizzat senaryolaştırdığı üç Oscar ödüllü 1996 yapımı “The Crucible.”

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...