22 Eylül 2018 23:00

Solgun bir çağın hülyalı çocuklarıydık

Solgun bir çağın hülyalı çocuklarıydık

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Eylül… Sonbaharın hüzünlü kızı… Çözümsüzlük her zaman desteklerini gördüğün arkadaşlarına ‘sığınmaktan başka çare bırakmaz kimi zaman. Başına ağrılar girer, beynin zonklar günlerce, sorunlar karşısında çaresiz kalmaktan, açmazlara yenik düşmekten. Sesine ses veren olur, omzuna sıcak bir el dokunur; iyi ki dostlarım arkadaşlarım var dersin. Tütüncü ödünç verir tütünü, defterine yazan bakkalın vardır aldığın ekmeği, suyu. Simidini, katığını bölüşür birileri seninle. Ölümlerden ölüm beğenip gün saysan da hayat akar tüm zorluklarıyla...

Dostluk, arkadaşlık dediğin şey nedir ki, en ihtiyaç duyulduğu anda yoksan, bir derde çare, bir yaraya merhem olmuyorsan. Birçok insan sokağı, hayatı, dostluğu varlığı ve yokluğuyla, acısı ve güzellikleriyle paylaşırken, konformizmin batağında bireysel çöküş öykülerinin hayatı onaramayacağını, yeniden üretemeyeceğini kişisel deneylerde görmek yaşamak sıkıntı veriyor. Anlık zararlar görmek, kişisel yolculuklarımızda sürekli bir yol ayrımı ve yeni seçimler, yeni kararlar gerektiriyor.

Başkasının ipiyle kuyuya inilemeyeceğini çocuk sayılacak yaşlarda öğrenmiştin kuyunun dibindeki insan cesetlerini gördüğünde. Kimseye güvenerek, yaslanarak yola çıkmadın, yarı yolda kalmamak için. Ama aynı yolda yürüdüğün yol arkadaşların hep oldu, yol boyunca buluştuğun, tanıştığın; yolu birlikte yürüdüğünüz, hayatı birlikte omuzladığınız... Kimseyi koltuk değneği olarak görmedin, çekildiğinde düşmemek için.

Bir fotoğraf görürsün, sonra fotoğraflar... İçinde sen yoksundur belki ama o görüntü alır seni anılara götürür... İçinde ince bir sızı... “Kardeşin duymaz, eloğlu duyar.” Artık kardeşin de yoktur... Yalnızca fotoğraflar ve sen... İçinde sen olmasan da... Ama o sızı... Hep... Sonrası karanlık, sonrası boşluk...

Hayat rastlantısal zorunluluklarla akıyor, dönüşüyordu. Her rastlantı bir zorunluluktu aslında. Bu diyalektik etkileşimi toplumsal değişim yasaları olarak da tanımlayabiliriz. ‘Yazgımızın’ yol haritası -zaman zaman bu yollardan sapmalar yaşasak da- farklı bir yere, başka bir biçime evrilmemizi sağlayan bu rastlantılarla gelişiyor, dönüşüyordu. Her yeni tanışıklıkta yeni keşifler yaşıyor, her yeni rastlantıyla yeni yol haritaları belirleyebiliyorduk. Bu rastlantılar ve zorunluluklar yumağı her defasında yeni yolculuklara çıkmamızı sağlıyordu.

Başkasının senaryosunda kartondan başrol oynayacağına kendi filminin sahici figüranı olmayı seçmiştin. Aşkla ölmek zamanıydı şimdi ama ne aşk vardı ne de ölüm… Yaşayacaktın; ötesini hayat yaşatıyordu zaten. Gelecek düşünü ve umudunu yitirmeyenler, direnenler kuracaktı geleceği...Hayat dediğin zıtların birliği... “Bir yanımız bahar bahçe, yaprak döker bir yanımız.” Arkamızda kelebek ölüleri... Aklında Özdemir Asaf’ın Onarmak Zordur şiiri:

Şarkılar değil de
Hep kulaklar bitiyor,
Onarmak zordur.
Bir yürek üşümüş
Kapamış kapılarını,
Onarmak zordur.
Bir şey yitirilmiş
Hiç eskimeyecektir,
Onarmak zordur.
İnsanın içine düşen korku
Özgürlüğünden olmuştur,
Onarmak zordur.

Çarpışa çarpışa geldiğin yerden, kopa kopa çekiliyorsun. Yorgun ve umutsuzsun. Hayata dokunduğun yerlerden çekiyorsun, dönmüyorsun bıraktıklarına. Uzaklaştıkça umut, silikleşen bir ütopya artık düşlerin. Kiminle yürüyebilirsin ki kalan yolu; kim yürüyebilir ki seninle, o kumun kızgınlığından yükseğe uçabilmeyi göze almadan. Okyanusta bir kum tanesiysen, sığ sularda boğulanlardan uzak dur. Kop o ‘eski topraklar’dan, istiridye içinde kum ol. Uzak denizlere git. Yalın ayak koşabilen gelsin ardından; mülksüz ve çıplak. Bırak onlar, dünyevi hazlarda boğulup silikleşirken sen ‘hiçliğin tadı’nda yeni hazların izini sür, onların ulaşamayacağı yeni topraklarda, uzak denizlerde. Kendi sürgününde münzevisin, zamanın sonlanmasını bekleyen.

Yaz yağmuru gibi serinletici ve geçici’ yaşanıyordu ilişkiler. Sevgiler bir atımlık, saçlarımız süpürge bile değil dostluklara. Şeytanın sevgili çocuklarıydık belki de. Tutkularının izleğini sürmekten yorgun düştüğü anlarda, en çok terk edilmişliklerine üzülürdü. İnsanları ve ilişkileri bir kez daha çıplak düşündü. Neden her şey örtünük yaşanıyordu sanki. Kim bilir? Belki de hayatın gizemi buradan geliyordu.

Ben bir masal sayıkladım, bildik fakat anlayamadığım bir masal. Bir varmış bir yokmuş. Anımsadıklarım da sayıkladıklarım da sanki bir masaldı; dün vardı, bugün yok. Dibinde ney üflediği çitlembik ağacı artık yoktu ki Neyzen olsun; vefa yoktu ki, Neyzen’i anımsatacak bir iz olsun... Can Yücel gibi söyleyelim yine de: “Bana bir varmış de bir yokmuş deme içime dokunuyor”

Solgun bir çağın hülyalı çocuklarıydık. Ömrümüz düş bozumlarıyla geçti. Biz ne çok şey kaçırdık, ne çok şey kaybettik bilemezsin.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...