08 Eylül 2018 23:10

Bedavaya da lüks var

Bedavaya da lüks var

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Geçen hafta sosyal medyaya peş peşe lüks mevzuları düştü.

Kütahya Valisinin aracını gördünüz mü? Büyük bir LCD ekran, ayak uzatma yerleri otomatik açılan deri koltuklar, yumuşak bir aydınlatma, ahşap kaplamalar.

30 Ağustos resepsiyonu da çok konuşuldu. Menünün Türkçe olduğunu ben ancak 3. okumada fark edebildim: Ejder meyveli smoothie (chia tohumu eşliğinde), efuli (liçi meyvesi eşliğinde), aloevera (starex meyvesi eşliğinde), orman meyveli special.  

Ülkemizin Google aramalarında ejder meyvesi ilk kez böyle bir yükselişe geçti. Ben de baktım internetten, aslında ne de hoş meyve, dalında görüntüsü ayrı bir güzel. Yine de tanesi 15 TL olan bir lezzeti, makineye atıp püre yapmak içimi acıtmadı diyemem.

Bir zamanlar da eski diyanet işleri başkanının 1 milyon liralık zırhlı Mercedes aracını çok konuşmuştuk.

Bize ne kadar uzak tüketimler bunlar, züğürt müyüz de yoruyoruz dilimizi biz? Buradan yola çıkarak, nedir lüks, onu düşündüm. Kim nasıl alıyor bunları?

Deloitte, 2014 yılında Türkiye’de yerleşik olup, bankalarda 1 milyon TL üzeri nakdi bulunan 77 bin kişi var diyor, BDDK 2018 için bu sayıyı 132 bin olarak veriyor. Ama bakınca 1 milyon TL şu an 150 bin dolar ettiği için global pazarda pek bir anlam ifade etmiyor.

Yine Deloitte raporuna göre dünyanın en büyük lüks tüketim markaları şunlar:

1- LVMH (Louis Vuitton, Fendi, Donna Karan, Loewe, MarcJacobs, Céline)
2- Compagnie Financière Richemont (Cartier, Lancel, Van Cleef, Chloé, Baume&Mercier, IWC, Mont Blanc)
3- Estée Lauder
4- Luxottica Group (Alain Mikli, Arnette, Ray-Ban, Persol, Oliver Peoples)
5- Kering (Gucci, BottegaVeneta, Saint Laurent)

Bunlar yine gözümüzün aşina olduğu markalar, en azından reklamlarını görmüşüzdür.

Gazetelere haber düşer ya zaman zaman, gerçek altın kullanılan yemekler, bir köpek balığını öldürerek elde edilen bir tas köpek balığı yüzgeci çorbası, dünyanın en pahalı hamburgeri. Gezmesi bile parayla olan yedi yıldızlı oteller, bir geceliği on binlerce doları bulan kral daireleri, altın kaplama otomobiller, el işçiliği İtalyan tasarım deri kanepeler, gerçek kemik tozu kullanılan Çin porselenleriyle hazırlanmış masalar, senede bir kere açan çiçeklerle süslenmiş resepsiyonlar, “Bunu kim giyer ki?” dedirten on binlerce dolarlık kıyafetler, daha rafa girmeden sipariş kotası dolan çantalar.

İnsan bunlarla neden ve nasıl mutlu olur?

Nedir kaynağı bunları tüketme arzusunun?

İnsana kendini neden ve nasıl iyi hissettirir ki? Her şeyin en iyisine layık olduğu hissinin tatmini mi? Dünyada tatmadığın zevk kalmasın diye mi? Paranın ucu bucağının olmamasının getirdiği duygusal boşluklar mı?

Peki bizim, sıradan, sair insanın lüksleri yok mu? Akşam yemeğinde 2 kalem pirzola mı bizim lüksümüz? Ya da kar yağarken bir kış günü, doğal gazı sonuna kadar açabilmek mi?

İş güvencesi mi? Emeklilik garantisi mi? Başımızı sokacak bir ev mi? Yoksa “Büyük oynayan büyük batar, en fazla ne kadar batabiliriz ki?” rahatlığı mı?

Benim bulduğum bazı lüksler var mesela, bir tas altın tozlu yemeğe de, kendi plajı olan bir kral dairesinde ömür geçirmeye de değişmeyeceğim.

Koruyan ve kollayan dostlarım var, yüz bin dolarlık zırhlı Mercedes’ten daha güvenli geliyor. Sırtımı ısıtmalı deri bir koltuğa dayamaktansa onlara dayamayı yeğlerim.

Yüzleşebildiğin, dertleşebildiğin, olduğun gibi davranabildiğin, hiçbir çıkar alışverişine girmediğin, insanlıktan ümidini kesmene mani birkaç dost, lükslerin en büyüğü. Ejder meyvesinden daha zor yetişiyor, köpek balığı yüzgeci elde etmekten daha çok emek istiyor, altını toz olana kadar saatlerce döversin ama bazen böylesini bulmaya bir ömür yetmiyor.

Kendini sevmek diye bir lüks var. Bakınca kendine, başkası olmayı tercih etmemek hissi. Tamam belki boyumuz fazla kısa ya da uzundur, kilomuz ortalamanın üstü ya da altıdır, evet asimetriktir kaşlarımız ve belki de ellerimiz çabuk terliyor, saçlarımız tüy tüy oluyordur yıkanınca. Ama işte aynaya bakınca kendine göz kırpabilmek, kendi sırtını sıvazlayabilmek, iyiyim ben böyle, diyebilmek bir lüks. Böyleyiz işte, tamamız bu kadarına. Bir ev parası yatırıp kola takılan bir çanta ile daha estetik durmayacak omuz başımız, o şıkır şıkır küpeler ile daha ufak görünmesine gerek yok kulaklarımızın, saçlarımıza şöyle bir toplayıp kalem takınca da ferahlıyoruz gerek yok çok pahalı bakımlara, pek ünlü kuaförlere, tellerin arasına serpiştirilmiş pırlanta tozlarına.

İçimizdeki barış bir lüks, hayatla barışmış olabilmek. Bu ömür bana böyle denk geldi, buna da eyvallah deyip, bitirip günleri geride bırakabilmek. Her sabaha tırnak çıkararak başlamamak, keşkelerden kurtulmak, “iyi ki”lere yaslanmak, kıyastan vazgeçmek, yarıştan çekilmek bile değil, hiç girmemek. Böylece ayı penisinden bir pipo edinmeye de çabalamıyor hem insan. Benim de olmayıversin diyebiliyor. Olmayıversin. “Herkesin derdi kendine, ben benimkinden memnunum. Bin derman olsa değişmem kendi derdime” diyebilmek lüks. Acılarını yarıştırmıyor kendiyle barışmış insan, kendi dramını başkasının gözüne sokmuyor.

Huzur var sonra. Yastığa başını koyunca uykuya dalabilmek ve bedenin dinlenince kendiliğinden uyanabilmek. Acaba ne olduğunu bilmediğim efuli, böyle bir uykuyu verebiliyor mu? Yüzde yüz organik pamukla dokunmuş ya da tamamı ipek özel tasarım bir çarşaf, ısıtmalı su yatağı, özel masörün masajı ile o uyku satın alınabiliyor mu?

Sokakta dilediğince yürüyebilmek ve insanlara kaynaşabilmek. Herkesin başına her şey gelir de ardında büyük düşmanların olmadığını bilerek, sıradanlığın en büyük lüksü olan yürüyebilme özgürlüğü. Kafan rahatlayana kadar, ayakların ağrıyana kadar, kimse yoluna çıkmadan, gidecek yolların bitmeden yürüyebilmek, etrafındakilerden korkmadan.

Bu dünyadan göçüp gittiğinde, en az bir kişinin kalbinde yerin kalacağını bilmek lüksü. Dünyada bir izin olacak. Bir şarkının seni hatırlatacağını bileceksin ya da bir yemeğin lezzetinin. Senden bir satır kalacak, bir resim, bir eşya. Birileri atmaya kıyamayacak, yıllar da geçse baktıkça hem gözleri dolacak hem de dudağının kenarına bir gülümseme oturacak. Ya da belki unutulmaz bir şaka kalacak geriye senden, her seferinde güldürecek ve hiç eskimeyecek. Anılarda yaşayacaksın, kulaktan kulağa dolaşacaksın. O zaman zaten ne çeşmeler yaptırmak zorundasın ne de üzerinde adı yazılı hanlar hamamlar. Üzerinde adın yazılı bir betonla hatırlanmak da var ama dilde, gönülde kalmak başka.

O yüzden gözüm yok manasını bilmediğim menülerde, güzel hatırladığım bir günden, damağımda kalan bir lezzeti tercih ederim. O lezzet, taze pişmiş ılık bir kek olsa da dinlenmiş bir barbunyaysa da benim için sevgi ve emekle pişirilmişse yeter bana. Bir vasıta olsun ayağımızı yerden kessin yeter, kurşun kör olmadıkça, hedefte hissetmeden kendimi, yürüyebilsem daha bile yeğ bana. Çok odalı bir saray istemezdim, çocuklar seslendiğinde duyabilmek, geceleri yataktan korkuyla fırlamamak daha mühim sonuçta.

Yazdığım lükslerin hepsine sahip değilim ama en azından sahip olabilmek için yapabileceklerim kendi elimde, ne talihe bağlı ne de kadere.

Münir Özkul’un unutulmaz Yaşar Usta repliğini düşündüm. Usta haklı: Biz büyüğüz be, asıl lüks bizde.

Afiyet olsun beyler, bayanlar, ey muktedir,

Biliyoruz yerimiz yok sofranızda, gözümüz de yok yediğinizde içtiğinizde.

Lokmanız geçmedi boğazımızdan, mabadımız değmedi makam aracınıza, bizim de lüksümüz budur.

Dilerim bu pazar, kapınızı bir dost çalar, yemeğinizin tadı yerinde olur, ufak öğlen uykunuz da tam ruhunuza karar.

Böyle de lüks içinde geçsin gününüz. Bize bu kadarı yeter de artar.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...