19 Ağustos 2018 00:13

Çeltikçi kuşun ağıdı

Çeltikçi kuşun ağıdı

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Sabahleyin balkonuna çıktığında sokağın ortasında dikilen çeltikçi kuşuyla göz göze geldi. Mordan, koyu yeşile, turuncudan kahverengiye dönen tüyleriyle on metre kadar önünde duran kuş, bir süre sonra ince uzun kıvrık gagasını sokağı kaplamış suların içine daldırdı. Komşu site ile ortak kullandıkları yolun büyük bir bölümü suyun içindeydi ve orada dün olduğu gibi bugün de birkaç uzun bacaklı çeltikçi kuş dolanıyordu.

İki gündür aralıksız yağan yağmur, bahçesini bazı yerlerde neredeyse ayak bileğini geçecek miktarda suyun altında bırakmıştı. Daha yeni değiştirdiği hazır çimlerinin mahvolduğunu düşündü. Sadece onlar zarar görse gene iyiydi; bir kez bile ürün alamadığı şeftali ağacı, kırmızı, beyaz renkte açan baygın kokulu gülleri, bahçe duvarının dibine öbek öbek yerleştirdiği melisaları, sarmaşıkları, akşam sefaları... Şimdi hepsi bir karış suyun altındaydı.  

Yağmur, bugün sabaha karşı nihayet biraz sakinleşmişse de hâlâ ımıl ımıl yağıyordu. İki gün boyunca evinde kös kös oturmuş, uzakta, kasvetli gökyüzünün altında köpüren denizi seyrederek şarabını yudumlamıştı. Bunun da ayrı bir keyfi, lezzeti vardı ama daha yaz bitmemişken, ağustosun ortasında bastıran bu yağmur yüzünden denize giremeyip eve hapsolmak epeyce canını sıkmıştı. Şurada ne kalmıştı ki, on güne kadar İzmir’e dönmesi gerekiyordu.

Bu sitedeki evi alırken aslında çok da düşünmemişti. Her biri bahçeli, tripleks konutlar hem göl, hem deniz, hem de dağ manzaralıydı. Konutların önünde, bu evleri yapmak için bir kısmını kuruttukları Kocagöl vardı. Kocagöl’ün bazı yerde sazlıklardan görülmeyen yeşil sularının ötesinde ise Kuşadası’nın en güzel plajlarından birisi ve masmavi deniz uzanıyordu.

Evin arka yüzü Samson Dağları’na bakıyordu. Evi satın almak için geldiğinde Samson, boynunu beyaz bir kaşkolla sarmış gibi halka şeklindeki bulutlarla kaplıydı. Dağın doruğunun bulutun içerisinden yavaş yavaş sıyrılmasına hayran kalmıştı. Temiz dağ havasını ciğerlerinde hissetmiş, gölün yosun kaplı yüzeyinden çıkan buğu ile hemen ardındaki denizin iyot kokulu karışımına bayılmıştı. İşte bunları gördükten sonra emlakçının eline evi almak için saydığı para, belki de Kuşadası’nın başka bir yerinde olsa iki ayrı yazlık almasına yetecek kadardı. 

Ama işte bu yılki tatilinin son günlerinde ortaya çıkan bu yağmur, “o kadar parayı vermekle hata mı ettik” diye düşündürtmüştü. Ne denize gidebiliyor, ne gölün etrafını gezebiliyor, ne de Samson Dağları’nın toprak yollarından, kızılçamların gölgelediği patikalarından aşıp Kurşunlu Manastırı’na kadar uzanabiliyordu.

***

Öğleden sonra, yağan yağmura karşı komşusu emekli profesör Hami beyle, katlama camla kaplattığı balkonunda oturup demlenirken, ilk kez evi aldığına pişman olduğunu söyledi. “Hocam vallahi yazık, hem kendi cebimize hem milli servete. Şunun şurasında bir buçuk iki ay kaldığımız bir ev için bunca para, bunca masraf. Üstelik bakın kaç gündür burnumuzu bile çıkaramıyoruz yazın ortasında...”

Saçı sakalı pamuk gibi bembeyaz olan Hami hoca, içine buz atıp yavaş yavaş beyazlamasını izlediği içkisinden bir yudum alıp güldü, “Aslında ben de pişmanım” dedi. Pişmanlığının nedeni ise bambaşkaydı: “Ben üniversitede çevre derslerine girdim. Yıllar önce şu önümüzdeki Kocagöl’le ilgili rapor hazırlamıştım. Bir, bir buçuk ay dolaştım buraları. O zaman göl, sazlıklardan, kargılardan, ılgınlardan geçilmezdi. Uçsuz bucaksızmış gibiydi. Binlerce kuş gelip konaklardı gölde. Yalıçapkını, sakar mekesi, çeltikçi kuşları, gri balıkçıl, ak balıkçıl... Yılanı, kurbağası yeşil bir yosun tabakasının üzerinde yüzerlerdi. Levrek, kefal, çipura kaynardı göl. Sonra önce şu tepelere yazlıklar yapıldı. ‘Göl-deniz-dağ manzaralı’ diye kapış kapış gitti evler. Zamanla gölle ilgili “bataklık, sivrisinek yuvası” diye sızlanmalar başlayınca önce sazlıklar yakıldı. Sonra da suların daha aşağılara çekilmesi için koca kanallar açıldı.”

Hocanın anlattıklarını dikkatle dinlerken, karşıda, yağmur bulutunun altında sakince kıpırdanan göle bakıyordu.

“Tam o zamanlarda rapor hazırlamak için geldim buraya” diye devam etti hoca: “Gençtim daha, yardımcı doçenttim. Hırslıydım, iyi para kazanmanın ve akademik kariyerimin önünde hiçbir şeyin engel olmasını istemiyordum. O yüzden, buraya ‘sulak alan özelliği yoktur’ görüşü vermekten hiç çekinmedim. Sonrası malum. Her taraf üç beş yıl içerisinde yazlık konutlarla doldu. Kocagöl’ün kocalığı da sadece adında kaldı. Ben de, bir zaman sonra yazlıkların yapımı bitince ucuza aldım bu evi. Ne yalan söyleyeyim, benim raporum olmasa bu konutları çok zor yapacağını bilen müteahhit bana epey uygun bir fiyata sattı evi.”

Yarısına kadar dolu, hafif beyazlamış bardağı bir dikişte içti Hami hoca. Yenilenirken gülerek “üstten tek” diye ölçüsünü tarif ettiği içkisinin içine iri bir buz parçası atıp renksiz sıvının gittikçe büyüyen bir bulutmuş gibi beyazlamasına daldı yine. Tabağındaki mezelerden zeytinyağlı deniz börülcesinin üstüne bir parça keçi peyniri yedikten sonra devam etti:

“Bundan daha da kötüsü var” dedi. Kaşları içindeki sıkıntıyı ele verir bir biçimde çatılmıştı. “Sitenin yamacındaki küçük bir tepecikte Tüllüşah’ların sarı sarı boy attığını gördüm. Neredeyse benim boyuma gelmişlerdi. Dünyada sadece Kuşadası’nda yetişiyordu bu bitki ve bunu müteahhite söyleyip ‘ben görmemiş olayım’ dedim. Tüllüşahlar o gün köklerinden söküldü.”

Yorgun sesinde saklamadığı bir pişmanlık vardı. Şimdiyle kadar bunca yıllık komşuluğunda bir kez bile bunları anlatmamış olmasına şaşırmıştı ev sahibi.

İçkisinden iri bir yudum daha alan Hami hocanın sonraki sözleri, komşusunun soran bakışlarına yanıt gibiydi: “Şimdi neden mi pişmanım? Şu sokaklardaki çeltikçi kuşlarını görüyor musun? Ya seslerini duyuyor musun? İnliyorlar gibi sanki, ağıt yakıyorlar gibi! Ya da bana öyle geliyor artık. Buralar onların eviydi, beslenme alanıydı. Bir lokma yiyecek bulabilmek için sokak aralarımıza, bahçelerimize kadar girmek zorunda kalıyorlar bugün. Biz işte bu çeltikçi kuşlarının, sakar mekelerin yuvalarını dağıtıp kendimize ev yaptığımızı sanıyoruz. Oysa göl gördüğün gibi, yağmurlar biraz fazla yağınca, elinden aldığımız yerleri yeniden alıyor bizden. Milyon yılda bu gölü meydana getiren doğanın bizim bu yaptıklarımızı yanımıza bırakmayacağını hesaba katmamız gerekiyordu. En çok da ben bilmeliydim bunu...”

Sesi fısıltı gibi çıkıyordu artık Hami hocanın, hafif hafif de peltekleşmeye başlamıştı konuşması. Belki ardı ardına yuvarladığı kadehler belki de anlattıklarının içini yakan ağırlığı durgunlaştırmıştı onu. Göle bakarak kendi kendine konuşur gibi devam etti sözlerine: “Doğanın intikam duygusu yoktur, ama canlıdır. Yaptığımız her şeyin karşılığını mutlaka buluruz onda. Çeltikçi kuşlarına çektirdiklerimizin ceremesini ödüyoruz bizler de. ‘Onların ahı tuttu’ desem birçokları güler geçer ama doğrusu da bu. Ekolojik dengeyi bozduğumuzda bunun nelere mal olacağını hesaplamak çok zor. Bataklık yılanlarının bahçelerimize, evlerimize kadar girmesi bizim doğaya yaptığımız bu bilinçsiz ve hatta zalimce müdahalenin bir sonucu. Ektiğimiz biçiyoruz üstadım.” Samimi bir keder akıyordu sesinden.

Yağmur akşama doğru durdu. Sular kısa zamanda çekildi sokaklardan. Çeltikçi kuşları bir süre daha dolandılar, bir zamanlar yumurta bıraktıkları yerlerde, evlerin arasında. Güneş, denizi turuncuya boyayarak batarken, çeltikçi kuşları bir avuç kalan göle, sazlıkların arasına doğru yöneldiler.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa