30 Haziran 2018 23:40

Tutunacak dal arayanlara...

Tutunacak dal arayanlara...

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Zor bir haftaydı. İnsanın umutları böyle paramparça kırılınca, değil yapıştırmak, yerden toplamak bile vakit alıyor.

Hayaller de hızla uçup gidiverince, peşlerinden bakarken insanın boynuna bir ağrı giriyor ki düşman başına.

Trafik kazalarındaki gibi oldu, bir anda bir ses, gürültü derken karanlık. Sonra uyanıp bakarsınız bir hastane odası. Gelip sorarlar “nasıl oldu?”
“Valla bilmiyorum, bir anda oldu, ne oldu, nasıl oldu ben de anlamadım.”

Haftalarca 24 Haziran film gibi olsun diledim. Yapımcıdan senaristine, sahne tasarımdan görüntü yönetmenine batırdılar. Bir tek, biz figüranlar yine iyi iş çıkardık.

İzleyici gözüyle bakıyorum, filmin sonunda her şey açığa çıkacakken adeta sinemada elektrikler kesildi. 

“Oceans” serisini bilirsiniz ya da “Sihirbazlar Çetesi”ni. Hani her filmin sonunda, baştan beri neler olup bittiği ortaya çıkar ya, çıkamadı. İkinci yarıyı kestiler.

Aklıma gelmezdi kesin sonuç gelmeden havlu atılan bir seçim olacağı. Resmi sonuçlar bile tam belli değilken, ben kendimce yetmişinci senaryomu kafamda yazarken, kilitleyip gittiler sinemayı.

MHP nasıl Kürt illerinde oy artırdı, İyi Parti MHP’den hiç mi oy çalamadı, bu seçmen sayısı 7 Haziran’a göre nasıl 2 milyon arttı hiç bilemeden bitti gitti.

Üstelik muhalif kanattaki tutuksuz tüm liderler bir geceliğine ortadan yok oldu, partiler kendi içinde çalkalandı, bu kanadı birlikte tutan iletişim dili yıkıldı.

Birlik ve beraberlik rüzgarı dindi gitti.

Bir hafta oldu, bin tane yazı okumuşsunuzdur konuyla ilgili, yüzlerce analiz. Ben o kısma girmeyeceğim bu hafta.

Kendimi sağaltmaya çalışıyorum. Ondan bahsedeceğim çünkü fotosentez yapamıyor insan malum, devam etmek zorundayız. 

İyi bir dayak yedim sayıyorum kendimi. Sadece kavgada değil, dayak yerken de stratejisi olmalı insanın. Ani ve sert darbeler şoka sokup yere yıktıysa, kafayı korumak lazım. Yattığın yerde nereye olduğunu görmeden, tekme ve yumruk savurmaya çalışmak ancak daha güçsüz ve korunmasız yapıyor insanı. 

Bu dayağın üzerine iyileşmek için süre tanımalı insan kendine. Yaralar kabuklanırken, ince ince kurar zaten kafasında karşılık planını.

Öncelikle bir kabullenme aşaması gerekiyor, her şey hemen yarına çok güzel olmayacak. Kötü günler geride kalmadı. 

Bu aşamada ne yapabileceğimizi konuşmak gerek. Nasıl yaşayacağız?

“Bu kez son defa inandım, bir daha ne sandık beklerim ne de kolumu kıpırdatırım” hissinden kurtulmak gerek. Savaşan kaybedebilir, savaşmayan çoktan kaybetmiştir. Asıl yenilgi insanın yüreğine çökendir. 

Öz eleştiri yapacağız, biz nerede hata yaptık? Ve artık iğne ve çuvaldız batırma dengesini tutturmamız lazım.

Birbirimizi eleştirirken, eleştirinin ana muhatabını, zaten selamımızı almıyor diye unutmamalı.

Yıkmak istediğine yıkıcı, kurmak istediğine yapıcı eleştiri ile gitmeli insan.

Eleştirinin bir amacı olmalı, gösterdiği doğru bir yol olmalı. Bir şeyi sevmemek değil marifet, sevilecek bir şeyi bilebilmek.

Bir hatayı tanıyabilmek değil, düzeltme yolunu görebilmek, gösterebilmek asıl yetenek.

Hayatla tüm bağımızı koparıp kendimizi kedere salmak da çare değil, elde var olan tek bir hayat, onun da bizden bir alacağı olmalı.

Böyle durumlarda kendime feyiz almalık hayatlar ararım ben. 

Daha önce kaleme almıştım: sürekli hastalanan ve utangaç bir çocuğun Eugen’in epi topu 58 yıllık ömrünü.

“1. Dünya Savaşı çıktığında daha bir lise öğrencisi. “Ana vatan için ölmek hoş ve onurludur” başlıklı kompozisyon ödevine “Bu yalnızca boş kafalıların rağbet ettiği bir propaganda sloganıdır” yazma cesaretini gösterip ilk cezasını aldı. Ve kalan ömrü bu hikayenin tekerrürü ile geçti. Doğa bilimi, tyıp ve edebiyat okuyordu, savaşa çağırdılar, Sıhhıye olarak savaşta yer aldı. Okul yarım kaldı. Tarihin isimlerini yazdığı onlarca kadına aşık oldu; bütün aşklarına karşılık buldu. Farklı annelerden çocukları oldu, ilk çocuğu “Sadece boş kafalıların inandığı bir propaganda sloganı” altında 2. Dünya Savaşı’na gönderildi, orada öldürüldü. 

Kendini hep komünist olarak tanıttı ama asla partili olmadı. Nazi Almanyası, eserlerini yaktı, sürgüne yolladı. Vatandaşlıktan çıkarıldı. Çok ülke gezdi, pek çok kez sınır dışı edildi. Sayısız soruşturma geçirdi. Eserleri tüm dünyada okunurken bir gün geldi vatansız kaldı. Ona sahip çıkan tek ülkeye, İsviçre’ye yerleşti. Tiyatroya yepyeni bir akım, 48 oyun bir o kadar da taslak kazandırdı. Sürüldüğü ülkelere döndü, muazzam makamlara hem de.  PEN yazarlar Kulubü başkanlığı, Alman Sanat Akademisi başkan yardımcılığı yaptı, çok ödüller aldı. Sürekli yazdı. Şimdi Onur Mezarı statüsünde bir yerde yatıyor son eşi ile birlikte. Bugün ülkemizde bile tiyatroya birazcık bulaşan onu kendi seçtiği adıyla Bertolt Brecht olarak biliyor.

Ve bir de iki dünya savaşı görmüş bir başka şairi; Hamburg Şehbenderi’nin ömrü sürgünlerde geçmiş oğlunu da anlatmak isterim. 

Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman, Ercüment Er ya da dünyanın onu tanıdığı ve Unesco’nun 2002 yılına adını verdiği haliyle Nâzım Hikmet Ran. Hapiste bile aşık, sürgünde bile eylemci. Hiçbir şiirini bilmiyorum diyenin bile onun kaleminden dökülenleri bestelenmiş haliyle, şarkı olarak ezbere mırıldandığı şair.

Bu hikayelerin içinde savaş uçakları geçiyor, yavaş kömürlü trenler sürgünlere taşıyor, yün çoraplar kar soğuğu çekiyor. Mayınlar patlıyor, şarapneller uçuyor. Yine de bir kalem bir kağıt bulunup, o oyun, o şiir, o güfte yazılıyor. Her bir hikayede onlarca ülke yer alıyor, bir o kadar da aşk. Yaşamak isteği bitmiyor, başlar eğilmiyor.”

Bunlar kötü günler belki daha kötüsü de gelir. Bize düşen yine dizleri silkeleyip ayağa kalkmak, kendimiz olmaktan vazgeçmeden, sevdiğimiz şeylerden feragat etmeden yaşamaya devam etmek. 

Bir İranlı arkadaşım olmuştu, ben 18 yaşında çocuktum o 24’ünde çok güzel bir kadın. İngiltere’deydik. Çok özgürdü, çok bilgili, çok güzel konuşuyordu başkasının dilini. Yazları İngiltere’de çalışıyordu, kışları İran’da bir okulda. İnanmamıştım İranlı olduğuna. Bana demişti ki “Bir gün belki gelirsin, sana benim İran’ımı gösteririm. Emek emek özgürlük yaratmak, her gün kendine ufak alanlar açmak, sürekli bir mücadele içinde olmak çok zor ama her eğlendiğin an ya da her mutlu hissettiğin dakika, kendi zaferin oluyor.” 

Kendimize sürekli zaferler yaratmamız lazım. Her bitirdiğimiz kitap, her çektiğimiz film, her iyi anlatılmış ders, yazılan her tez bir zaferdir.

Brecht’e kulak verelim:
“Bir yaprak gönder bana, 
bir koruluktan koparılmış olsun, 
hiç değilse evinden yarım saat öteden. 
Sen oraya dek yürür güçlenirsin, 
bense kalkar teşekkür ederim sana 
o güzel yaprak için.” 

Haydi kalkın, aylardan temmuz geldi, ömrümüzün bir güzel pazarıdır, kendimizi kazıyalım yataklardan.
Ve eksik etmeyin Nâzım Hikmet okumayı ömrünüzden, çok zorlanınca tutunmalık dal olsun:

“Behey! kaburgalarında ateş bir yürek yerine idare lambası yanan adam! 
Behey armut satar gibi 
san’atı okkayla satan san’atkar! 
Ettiğin kar 
kalmayacak yanına! 
soksan da kafanı dükkanına, 
dükkanını yedi kat yerin dibine soksan; 
yine ateşimiz seni 
yağlı saçlarından tutuşturarak 
bir türbe mumu gibi damla damla eritecek! 
Çek elini san’atın yakasından 
çek! 
Çekiniz! 

Bıyıkları pomadlı ahenginiz 
süzüyor gözlerini hala 
koyda çıplak yıkanan Leyla’ya karşı! 
Fakat bugün 
ağzımızdaki ateş borularla 
çalınıyor yeni san’atın marşı! 
Yeter artık Yenicami tıraşı, 
yeter! 
Ayağa kalkın efendiler...”

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...