10 Haziran 2018 00:00

Anımsamalar...

Anımsamalar...

Fotoğraf: Envato

Paylaş

O zamanlar sanki yağmurlar başka yağardı bu kente. Yıllar sonra öyle yağdı yine. Siyah beyaz bir İstanbul Hatırası gibiydi kent. Tüm çocukluk, gençlik anılarımın simgeleri, kahramanları birer birer çekiliyordu hayatımdan. Son günlerde yeni korkular edinmiştim. Kırkımdan sonra yükseklik korkusu nedeniyle balkondan bile bakamaz olmuştum. Ölümden korkmuyordum fakat annemin ölümünden sonra acı çekerek ölmekten, en çok da başkalarına bağımlı ya da muhtaç olmaktan korkuyordum.

Geçtiğimiz günlerde yazdığım bir yazıya iliştirdiğim fotoğrafa bakarken, birkaç ay önce bilinçsizce çektiğim fotoğrafta, tam da yıllar önce babamın bir tren kazasında öldüğü yeri görüntülediğimi fark ettim; bir rastlantıydı elbette.

2007 yılının ekim ayında bir arkadaşım aramıştı önce, sonra da diğer telefonlar ve e-postalar gelmişti arka arkaya: “Metin beyin kanaması geçirdi, hastaneye kaldırıldı, yoğun bakımda”. Fantastik kahramanımız, arkadaşımız Metin Demirhan’dı beyin kanaması geçiren. Sonbahar hüzünle, acıyla gelmişti o yıl. Metin’in ailesi, arkadaşları günlerce umutla beklemişti iyi haberi alabilmek için. Ne yazık ki beklenen iyi haber gelmemiş, Metin 1 Kasım 2007 sabahı ayrılmıştı bu kötücül dünyadan.

Yaşadığımız koşullarda kaçınılmaz son için sıra hangimizde? diye konuşur olmuştuk arkadaşlarla, Metin’in hayata dönmesini beklerken. Yaşadığımız bu koşullarda, bizi de ya kalp krizi ya beyin kanaması gibi sağlık sorunları bekliyordu. Karşımızda mücadele ettiğimiz, bizlerle gücünü sınayan acımasız bir hayat vardı ve biz onun o gücüne aldırmadan düşlerimizi hayata geçirebilmek için ölümüne bir savaş veriyorduk.

Hayat bizi yanıltmadı ve kötü sürprizini esirgemedi. 1 Ağustos sabahı fenalaşıp hastaneye kaldırıldığımda beyin damarlarımda tıkanma nedeniyle, ödem oluştuğunu, felç geçirdiğimi bilmiyordum henüz. O günlerde evlerinde kaldığım ve sabaha kadar başımda televizyon izleyen ‘insanlar’ hastaneye kaldırmayı ‘akıl edememiş’, her zamanki hırçınlıklarıyla kendi kavgalarına dalmışlardı. Felç geçirdiğimi, ölümden döndüğümü öğrendiğimde ve bu hoyrat vurdumduymazlık karşısında sabaha kadar sol kolunu nasıl kaybettiğimi anımsadıkça içleniyordum. Sabah olduğunda iş işten geçmiş sol ayağım da tutmaz olmuştu. Sol elimde ve ayağımda kalan hasar zamanla düzelecek olsa da yitirdiklerimin acısı kolay onarılır bir hasar değildi. İş işten geçtikten sonra hastaneye götüren bu insanlar, şimdilerde, evlerinde kalan eşyalarımı, kitaplarımı bile alamazken, yitirdiklerime aldırmadan ortak tanıdıklarımıza yalanlar söyleyip ‘haksızlık yapıyor, adam bu yaşta hastaneye kaldırdı’ diyebiliyorken, alternatifinin ölüme terk etmek anlamına geldiğini, zaten acile kaldırıldığım andan bu yana ölüm gibi bir şey yaşadığımı düşündükçe daha da içleniyordum.    

Bir gece yarısı bunları düşünürken, sokak lambasının ışığında saatlerdir aralıksız yağan yağmurun şiddetini görebiliyordum. Sigaram bitmişti. Bıraktığım sigaraya yeniden başlamanın öfkesiyle, söylenerek o yağmurda evden çıkıp Kadıyoran Yokuşu’nu inmeye başladığımda babamın tek katlı bahçe içindeki evimizin balkonunda, bu dünyaya yabancılığını, acılarını alkolle gidermeye çalıştığı geceleri anımsadım. O gecelerde karpuz aldırmak için uyandırıp çarşıya gönderdiğinde bu yokuşta yaşadığı korkularımı da...

Babamın eve gelmediği bir gecenin sabahında, sabahlayabileceği yerlere bakmak için yine Kadıyoran Yokuşu’ndan inip ak saçlı Ermeni ve Rumların oturduğu cumbalı ahşap evlerin olduğu sokağı ve kiliseyi geçtiğimde tren yolu kenarındaki kalabalığı görmüştüm. Çocuk merakıyla yaklaştığımda kalabalığın arasından tren yolunun kenarında ölmüş bir insanın yattığını anlamış, üzerine örtülen gazetelerden taşan ceketi tanımıştım.

Şimdi sigara alabilmek için aynı yollardan geçiyordum. İliklerime kadar işleyen yağmurun verdiği ürpertiyle ve anımsamanın verdiği acıyla titremeye, başladığımda yalnızca geçmişin acıları değildi beni böylesine sarsan.

Babamın bütün hoyratlığı kendineydi aslında. Bana ve kardeşlerime tek bir tokat atmamış olsa da korkar, yokuşun başında göründüğünde oyunumuzu yarım bırakıp eve koşar, ondan önce evde olurduk. İzin günlerinde annemi ve beni alıp Kadıköy sinemalarına götürürdü. Ortaokula başladığımda, iş dönüşü, saatin geç olduğuna aldırmadan gece yarılarına kadar İngilizce çalıştırırdı. İstediği gibi gelişme göstermediğimi düşündüğü bir gece, sinirlenip yazdığım bir defter dolusu şiiri ve yazıyı sobada yakmıştı. O yaşlarda radyonun çocuk kulübüne girmek, tiyatrolarda çocuk oyuncu olmak istiyordum. Düğünlerde sahneye çıkan amcama özenip arkadaşlarıma bahçede taklitler yapar, parodiler, skeçler oynar, iki ağaç arasına gerdiğim ipte canbazlık denemeleri yapardım. Bu heveslerim, varsa becerilerim babamın sertliği ve beni iyi, yetiştirme çabalarıyla kırılmıştı. Mahalle arkadaşlarımın futbola yöneldiği, yoğunlaştığı günlerde ben de okumaya, yazmaya yönelmiştim.

1977 1 Mayısı’na gitmeme, olaylar çıkacağı endişesiyle izin vermemişti fakat ben gitmiştim. Eve döndüğümde beni bekliyor bulmuştum. Yüzündeki öfkeyi ve kızgınlığı anımsadığımda bugün bile irkiliyorum. O güne dek hiç bu denli öfkeli ve kaygılı görmemiştim babamı.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...