12 Mayıs 2018 23:33

Film gibi anlar, film gibi olsa hayatlar...

Film gibi anlar, film gibi olsa hayatlar...

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Çok bunaldığımda ya da çok heyecanlandığımda güzel bir müzik açarım. O günü bir film gibi yeniden oynatırım aklımda.

Sonunu baştan yazarım ya da elden bir şey gelmiyorsa “Dur daha devamı çekilecek bunun” derim.

Bazen de tersi olur. Film gibi anlar gelir beni bulur. Hava güzeldir, güneş batarken gök kırmızıdır, masada biri, insanı yere çalan bir hikaye anlatır, mekanda da tam o an “soundtrack” gibi bir müzik girer. Film olur.

Bazen de öyle şeyler olur ki zaten sonradan filmi çekilir. Öyle icap eder, “unutulmasın” gerekir.

2000 yılında Galatasaray’ın UEFA kupası aldığı maç mesela -hazır yıl dönümüyken-.

Bütün açık alanlarda dev ekranda oynatılıyordu. Biz İTÜ’nün bahçesinde izlemiştik binlerce kişi birlikte.

Fener, Beşiktaş, Trabzon, Eses, Kafkaf, Gözgöz hep birlikte boğazımız patlayarak, tırnaklarımızı avuçlarımıza geçirerek ve tanımadığımız insanlarla göz yaşlarımız birbirine karışarak.

Hatırlayın Bülent Korkmaz’ın sakatlanan kolunu, sağlık ekiplerinin bedenine sabitlediği anki yüz ifadesini. Hagi ile Adams’ın çekişmesini, o hareketi yapmaması gerektiğini bilen ama yine de Hagi’ye gönülden hak veren binlerce insanın canın sağolsun dediği anı. Tam 120 dakika tutulur mu nefes?

Açın bakın Ekşisözlük’te de yazar, rakiplerin bile nasıl coştuğunu, Thierry Henry’in altıpasın köşesinden yükselerek kafayla vurduğu topu Taffarel kurtardığında nasıl göz yaşlarını tutamadıklarını.

Maç biter, kupa müzeye girer. Rakip, rakipliğine geri döner.

Bu sezon Başakşehir Galatasaray maçı da futboldan öte bir şeydi. Bir filmdi. UEFA’dan bu yana çok sular aktı. Terim artık başka Terim, Ali Sami Yen Stadı yıkılalı 7 sene oldu. Eski Açık Sarı Desene belgeselinde Bülent Korkmaz soyunma odasında “Biz zor zamanların adamıyız” diyordu. Tutunacak bir dal lazımdı, zor zamanlardayız malum. “Bari Başakşehir bunca yılın taraftar kültürüne basıp geçip şampiyon olamasın” vardı en yakında, o dala tutunmuştuk. Filmini çeksek izlenir. Kazanmayı geçtim bir kez olsun şu kültürün kaybettiğini göreyim diyenler için sonu mutlu bitsin de hele. Galatasaraylı değilim, bu iki maçta kendime göre en büyük taraftar bendim.

İşte futboldaki o nadir gerçekleşen tek yürek olma, boğazı patlatırcasına haykırma, sevinç gözyaşları ile tanımadığın insanlara sarılma halini 7 Haziran seçimlerinde yaşamıştım bir de.

Henüz ne Suruç ne Ankara Garı Katliamı yaşanmamıştı, Taksim, Sultanahmet, Beşiktaş’ta da bombalar patlamamıştı daha.

Başımıza ne geleceğinden habersiz, aylarca tanıdık tanımadık herkese dil dökmüş, seçmen listelerini ilmek ilmek kontrol etmiş, sabahın 6’sında okul kapısına dayanıp, her bir imzayı itinayla alıp, her bir tutanağı gözümüzle görmüştük. Çok uğraşınca olmuştu gerçekten, çok isteyince haklı olan kazanıyordu demek bazen. O seçimde benim sandık başkanım genç bir kadındı. Sakin bir zamanda kumanya yerken konuşuyorduk. Öğretmenmiş. Görev yaptığımız okul da özel eğitim ihtiyacı olan çocuklar için bir okul. “Biliyor musun bu özel öğrenciler okulunda bir beden öğretmeni var. Ben mutfak camından izliyorum bazen. Çocuklara takla attırmaya çalışıyor ama çok zor. Bir kere bir kız çocuğu hafif yana doğru olsa da başardı taklayı. O öğretmenin nasıl kıza sarıldığını, sevinçten zıpladığını gördüm. Sizin mesleğiniz çok özel” dedim.

“Abla o benim, ben bu okulun beden öğretmeniyim” dedi. O anki duyguyu anlatamam size. Siyasi görüşümüz çok uzaktı birbirine. Oyları teslim için ilçe seçim kuruluna birlikte gittik. Biz beklerken oylar da sayılıyordu. Bana iyi haberler geliyordu, baktım o da gülüyor. “Benim fikrim değişti, sizin de yüzünüz gülsün, iyi insanlarsınız, böylesi hayırlı oldu” dedi. Hayat insana, insan silmeyi de silmemeyi de öğretiyor. Kimi ne zaman yargılayacağını da.

Bir film izledim, Swing Vote.

Amerikan başkanlık seçimlerinde mucize kabilinden bir şey oluyor ve iki aday eşit bölge alıyorlar. Sonucu belirleyecek son bölgede ise oylar eşit. New Mexico’da kimsenin adını bilmediği ufacık Texico kasabasında, sistem hatası yüzünden sayılamayan bir oy (Oy verme işlemi kendi adınıza olan bir kartı dijital bir kioska okutup ekranda seçenek işaretleyerek yapılıyor, film 2008 yapımı bu arada. Biz daha parmağa sürülen mürekkepten yeni kurtulmuşuz) başkanın kim olduğunu belirleyecek. Önce oyun sahibi bulunuyor. Hayatından bezmiş, adayların adını bile bilmeyen, demokratlarla cumhuriyetçileri ayıramayan, cahil ve sorunlu, terk edilmiş bekar bir baba. Yasa gereği 10 gün içinde yeniden oy kullanması gerekiyor.

Ve seçimleri zerre umursamayan bu adam, Amerika’nın o dönemki başkanını seçecek kritik biri haline geliyor.

Kasabayı tahmin edersiniz, basın büroları, seçim kampanya stantları, helikopterler, canlı yayın araçları. İki başkan adayının danışmanları da tek bir seçmeni, Bud’ı mutlu etmek için çalışmaya başlıyorlar. Bud gölde balık tutmayı sevdiği için kampanyaya yatırım yapan bütün enerji şirketlerini küstürmek pahasına, başkan gölü doğal park alanı ilan ediyor. Aniden Cumhuriyetçiler çevreci kesiliyor. Demokratların adayı “Adamlar bizim kampanyayı çaldı, platform gitti elimizden” şoku yaşıyor. (Bana CHP’nin 7 Haziran vaatlerinin geçenlerde seçim öncesi paketi olarak iktidar tarafından ilan edilmesini hatırlattı.) Demokratlara kürtaj karşıtı açıklama yaptırıyor, Cumhuriyetçilere LGBTİ bayrağı ile kampanya filmi çektiriyor. Ve sonunda iki aday da “Biz ne yapıyoruz?”u sorgulamak zorunda kalıyor.

İki taraf da kendi söylemlerinden 180 derece sapmışken, demokratların adayı, kampanya sorumlusu baş danışmanı çıkıp bu sefer de göçmen karşıtı konuşma yapmasını isteyince “Sana neler oldu? Bir zamanlar anlamı olan kampanyalar yapardın?” diyor.

Danışmanın cevabı “Desteklediğim adaylar kazansaydı o zaman kampanyanın bir anlamı olurdu. Her konuda doğru tarafta olup teoriden öteye geçememek ne demek biliyor musun? Bu defa olmaz, kazanacağız” oluyor.

Filmin hafızama kazınan anlarından biri de mucize kabilinden iki adaya eşit oy çıkınca, CNN’deki sunucunun “Şu an Amerika’da oy vermeyenler başlarını duvara vuruyor olmalılar” cümlesi.

Yazar Mümin Sekman hayatta çok başarılı olan insanların içinde, erken yaşlarda büyük dibe vuranların oldukça fazla olduğunu anlatıyordu. Hayatta kalma çabasıyla acıyı üretkenliğe dönüştürenler zamanla kendilerini aşıyorlar. Bu filmde de asıl kahraman annesi tarafından terk edilmiş, alkolik ve ilgisiz bir babaya bakan ufacık bir kız çocuğu, Molly. Her şey onun seçimi çok önemsemesi ile başlıyor. Babasının oy verme saatini yakalayamayacağını anlayınca bitiş saati rehavetindeki oy gözlemcisini atlatıp babasının oyunu kullanmak isterken oluyor her şey. Babasının bir anda milyonların sesi olmasının arkasındaki kahraman o.

Molly’nin seçim hakkındaki kompozisyonundan bir paragrafı aynen alıntılıyorum:

“Dünyadaki bütün büyük uygarlıklar aynı yolu izledi: Esaretten özgürlüğe, özgürlükten varlığa, varlıktan refaha, refahtan duyarsızlığa, duyarsızlıktan esarete.

Tarihte bir istisna olmak istiyorsak bu döngüyü kırmalıyız.”

Kim ne derse desin, bu seçimde yeniden bir filmin içinde hissetmek istiyorum. O hepimizin kucaklaştığı, köşelerimizin törpülendiği, gözlerimizin sevinçten dolduğu, seslerimizin zılgıttan kısıldığı film gibi bir anda daha yer almayı arzuluyorum.

Tamamen mutlu bir son olmasına gerek yok. İstediğim tüm koşullarda kazanmasam da olur, yenilmez sanılanın kaybettiğini görmek de bir filmi izlenir yapar, beyin yeniden serotonin salgılar. Hepimizin buna ihtiyacı var.

Kullanılmış hiçbir oy ilk turda boşa gitmeyecek. Kullanılmayan her oy ikinci turda kaderimizi belirleyecek. Her birimiz o “swingvote”un sahibi olabiliriz.

Bu oyunu sonuna kadar oynayalım derim. Yoksa hikayesi olmayan bir kaybediş, denemeden bir vazgeçiş ile yaşamak daha zor.

Her yeni filmi heyecanla ve umutla açarım.

Sevmediğim, içimi sıkan, çok uzun süren bir filmi bilmem kaçıncıya yeniden izleyeceğime, adını bile bilmediğim bir filmi denerim.

Olur ya bir ihtimal sonu mutlu biter, en azından DVD oynatıcıda takılı kalmaz, isteyince çıkarırsın gider.

T A M A M ve S I K I L D I K diye iki fragman izledim bu hafta. Çok heyecan vericiydi.

Susturulmaya çalışılan, yok sayılanların, aynı kelimeleri haykırdığı, aksiyonu bol, adrenali yüksek, dramla komedi karışımı bir şeydi.

O filmi görmek istedim, o anı yaşamak için çok şeye değer.

Hem bu sefer bakarsın değişir her şey, sonunu biz yazarız, bizimle değişir, senle değişir.

Film gibi bir pazar dilerim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...