15 Nisan 2018 00:07

Hasta mıyız?

Hasta mıyız?

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Etrafınızda ve kendinizde sürekli nostaljiyle karışık bir hüzün seziyor musunuz? Eskiden olan her şey daha insani gibi geliyor mu size de? İnsanlar sizi her geçen gün daha da büyük hayal kırıklıklarına uğratıyor mu? Bazen şahit olduğunuz kötücüllüğe hayret ediyor musunuz?

Bilimden uzaklaştığınızı, sanattan koptuğunuzu, sürekli bir başarısızlık ortamında debelendiğinizi hissediyor musunuz?

Tahammülün azaldığını, empati kelimesinin hoş bir seda olarak kaldığını, kimsenin kimseyi emek verecek kadar kalben sevmediğini sıklıkla düşünüyor musunuz?

Hasta mıyız?

George Orwell’in hayvanların eşitliği nüktesine gönderme yaparak “Her toplum hastadır, bazıları biraz daha hastadır” diyor Robert B. Edgerton Hasta Toplumlar kitabında.

Yüzlerce Antropoloğun araştırmaları ışığında hazırladığı bu kitabında ilkel kavimler nezdinde gelenek ve göreneklerin toplumların yararına olduğunu savını çürütüyor.

Araştırmacıların bir tez üretebilmesi için o toplumda geçirdiği zaman süresince gelenek görenekleri sebeplendirip olumladığını ispatlıyor. Bir adetin ilk çıkış zamanındaki nedenlerini bulup haklı kılmaya çalıştığını, toplumu rencide etmemek ve zaten yok olmaya yüz tutmuş bu toplulukların korunması önünde engel çıkarmamak için tarafsız davranamadıklarını anlatıyor.

Bir toplumun varlığını tehdit eden unsurlar arasında ataerkillik, intikam, kölelik, çocuk katliamı, işkence, kadın sünneti, tecavüz, cinayet, kan davası, intihar, çevre kirliliği gibi unsurların zaman içerisinde geleneksel uygulamalara dönüşmesini sayıyor. Ve lanet olsun ki bu maddelerden bazılarının çok yakınımızda olması beni dehşete düşürüyor.

Kitabı elimden bırakamadım ve her bir bölümde gözlerimin kocaman açılmasına mani olamadım.

Birkaç örnek nezdinde hasta toplumlardan kendime çıkardığım dersleri aktarmak isterim.

Allan R. Holmberg isimli araştırmacı 1941-42 yıllarını Bolivya’nın doğusunda yaşayan Siriono halkı ile geçirmiş. Sirionolar’ın yaşamları Bolivya’daki diğer topluluklara kıyasen gerçek bir sefalet içinde. Açlık ve soğukla mücadele ediyorlar.  Eskimoların iglo yapabildiği dünyada barınacakları yerle ilgili bir geliştirme çabaları da yok. Ha keza soğuktan koruyacak giysiler konusunda da. Avcılık ile besleniyorlar ancak besini paylaşma kavramları yok. Sürekli yemek saklama yüzünden büyük kavgalar çıkıyor. Hastalananı ilk günden ölüme terk ettikleri gibi, vahşi doğada hayvanlara yem olan aile fertleri için dahi üzüntü duymuyorlar. Sevgi ve şefkat gibi keder de Sirionoların nadiren olmasına izin verdiği bir lükstü, diyor Holmberg.

Ve tüm çabasına rağmen bu toplumun düştüğü durum için bir dış sebep bulamıyor. Mevcut yaşam alanları ile barışamadıkları, dönüştürmek için çaba harcamadıkları, tehlikeleri aşmak ve yönetmek yerine kendilerine günlük korkunun hükmetmesine izin verdikleri için uzun yıllar sonunda tüm duygularını yitiren Sirionoların kendilerinden başka sorumlu bulamıyor. Toplumu hasta kılan geleneklerin anlatıldığı bölümde, toplumu bir arada tuttuğu, özel kıldığı düşünülen pek çok adetin arkasında bir baskının zaman içerisinde süslenip gelenek halini aldığını, sorgusuzca “e atalarımızdan beri bizde böyle” diye mesnetsiz devam ettirildiğini fark ettim.

Örneğin Çinlilerin pek çok filme de konu olan “ayak bağlama”geleneği. Konfüçyus’tan beri Çinliler küçük ayağı bir iffet göstergesi, estetik unsuru olarak görüyorlar hatta erotik anlamlar yüklüyorlar. MS 1100 yılından itibaren elit kesimde başlayıp kırsala da yayılan ayak bağlama ritüeli oluşuyor. Kız çocuklarının küçük yaştan itibaren ayakları o kadar sıkı bağlanıyor ki acıdan uyuyamıyorlar bile. Zaman içinde ayak şeklini kaybediyor. İşlevini de. Kadınlar yürüyemez, evden çıkamaz konuma geliyor. Yine de övgü anlamında bu ergonomisi bozulmuş şekle “altın lotus” diyerek yüceltmeye devam ediyorlar. Kadınların bu acıya katlanması için lotus ayaklı kadınların aksayarak yürüdüğü için kalçalarının güzel olacağı, vajinalarının dar kalacağı gibi hurafelere inanıyorlar.

Bunun gerisinde ise, erkeğin hegemonyası var. Evden çıkamayan kadını erkeğin geçindirdiğinin ispatı, namus korumanın kolaylaşması gibi ataerkil kazanımlar var.

Binlerce yıl süren bu uygulamanın sadece 10 yıl gibi kısa bir sürede tarihten silinmesi ise hastalıktan kurtulmaya dair umut verebilir. Ortadan kalkmasında batının bu konuya olan tepkisinin de payı var. Ancak ilginç olan, Viktorya döneminde bu dramı eleştiren ve “barbarca” bulan kadınların da çelik ve balina kemiği ile güçlendirilmiş korseler ile dönemin modasına uygun şekilde bellerini ince göstermeye çalışması. 3 yaşından itibaren kız çocuklarına bu korseler giydirilmeye başlanıyor ve her sene korse daha da sıkılıyor. Sonunda bazen iç organlar zarar görüyor, çoğunlukla da genç yaşlarından itibaren korse olmadığında desteksiz yürüyemeyecek kadar vücut deforme oluyor.

Bu sebeple her toplum kendi hastalığına teşhis koymakta zorlanıyor, kendine kör kalıyor diyebiliriz.

Edgerton, “Kendi inanç ve uygulamalarının adaptifliğinioptizime etmek için insanlar rasyonel düşünmelidir, ilk olarak çözülmesi gereken problemi teşhis etmelidir” diyor.

Okuduğum her satırı kendimizi merkeze koyup yorumladığım için burada panikliyorum çünkü biz rasyonelliği kaybetmeye başlayalı uzun yıllar oldu.

Aynı gün içinde tek ağızdan çıkan 180 derece farklı beyana toplumun inandığına, evrensel doğruların bir günde suç sayılabildiğine, müspet bilimlerin aşağılandığına, hukuğun bir dayanaktan ne kadar bağımsız kullanılabildiğine şahit olduk.

Tam da burada Kültürel Materyalizmin öncülerinden Marvin Harris devreye girip içime serin sular serpiyor.

Diyor ki özetle: insanlar sürekli hayatları ile ilgili şikayetçidir. Günlük yaşamlarını iyileştirme üzerine kafa yormazlar. Evet bazen ufak değişiklikler deneyebilirler ama inançlar ve sosyal kurumlara temel değişiklik girişiminde bulunmazlar.  Evet diyorum aynen böyle Sayın Harris, peki ne olacağız?

Dur, panikleme “Velev ki toplumu derinden etkileyen dış etkenler olmasın” diye devam edecektim, diyor.

O zaman su yolunu bulur, illa da rasyonel hesaplara bile kalmadan, yumurta kapıya dayanınca toplum dönüşür ve bu beklenenden çok hızlı olabilir diyor.

Bak 20. yy’a? Ne çok sistem değişti, plansız, istemsiz ve beklenmeyen değişimlerin hakiki bereketi ile dolu, diyor.

Ne varsa materyalizmde yine, şükür.

John Locke “insan doğuştan boş levhadır” demişti. Clifford Geertz “Kültürden bağımsız olarak insan doğasına ait bir şey yoktur” diyor.

O zaman çekiyoruz umut sancağını yeniden göndere. Bu nankörlük, bu yalnızlaşma, tahammülsüzlük, isteksizlik, kötücüllük doğamızda var olan şeyler değil.

Kültürdür bizi bu noktaya getiren. Değişim için biraz toplumdaki bıkkınlığın getirdiği isyan hissi, biraz da dışarıdan gelen etkilerle, silkineceğiz demek ki rasyonellik çabasına bile gerek kalmadan.  

Yeni bir kültür inşa etmek çok zor değil, yüzlerce kavim kurban kültürünü bırakmış geçtiğimiz yüzyılda. Biz mi yapamayacağız?

Araftayız bir nevi. Ağırlığı uçurumdan tarafa vermemek gerek.

Sirionolar gibi tüm duygularımızı yıllara yayılan korku yüzünden kaybetmektense, biraz daha cesaret, biraz daha değişime emek, biraz daha içimizdeki iyiliğe sahip çıkmak ve paylaşmaktan vazgeçmemek gerek. Uzun bir açlıktan çıkıp da en sevdiğim yemeği tabaklarca yer gibi bir hazla okudum kitabı, ekmekle dibini sıyırırcasına.

Beynimde yeni bir bilginin yer bulduğunu görmek beni ferahlattı. Okuduğum satırları yorumlamaya çalışırken, trigonometriyi ilk anladığım gün gibi zafer hissi ile doldu içim. Öğrenmekten alınan hazdı bu. Aydınlanmanın tadıydı. İçimdeki bıkkınlıktan vurgun yemekten korkarken hızla ışığa doğru yüzmekti.

Bir kitaba kendinizi kaptırıp, bitirdiğinizde kendinizle gurur duyacağınız bir pazar dilerim.

Ben biraz iyileşir gibi oldum, hepimize acil şifalar dilerim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...