07 Nisan 2018 23:16

Filmi çıksa da izlesek...

Filmi çıksa da izlesek...

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Bütün bir haftayı sanatçıların askere moral ziyareti hakkında konuşarak geçirdik.

Sanatçı nerede durmalı? Sanatçı kime denir? Savaşta askere moral vermenin yolu nedir? Ciddiyet sınırı nerede başlar? Ortada bir savaş varken davullar gırnatalar caiz midir? Böyle karışık ortamlar ast üst ilişkisini laçkalaştırır mı? Genelkurmay Başkanı ile izinsiz selfie çekilir mi?

Birbiri ile ilgisiz bunca farklı tarzdan sanatçının topyekün bir günlük etkinliğe katılımının mesajı nedir, faydası kimedir? Ve bu ortamlara çağrılmayan Yakupların imla bilgisinden yoksun hezeyanları derken mevzu bitmek bilmedi.

Hepsi üzerine yazıldı çizildi, konuşuldu.

Size de olur mu bilmiyorum, ben bazı tarihi anları perde arkası ile birlikte iyi bir yönetmen gözünden izlemeyi hayal ederim. Olayın bir şahidi anlatsa, iyi bir senarist yazsa, harika bir yönetmen çekse, ömrüm vefa etse ben de izlesem, derim. Mesela kimlerin çağrılacağına nasıl karar verildi, iletişime kim geçiyor, gidenler kıyafet seçerken düşündü mü? Ne konuşacaklarını evde prova ettiler mi? Askerlere duyuru nasıl yapıldı? Uçakta neler konuşuldu? İç sesleri ne diyordu?

Sinemada en çok izlediğimiz filmler bize madalyonun bilmediğimiz yüzünü gösterenler oluyor; Spotlight, Loveless, Slumdog Millionaire aklıma ilk gelenler.

Bir de en çok korktuğumuz şeylerle bizi yüzleştirenleri izleriz. Korkuyla yüzleşmek, belki de gerçeğine hazırlıyordur insanı.

Bindiğimiz geminin batmasından korkarız, uçağımızın düşmesinden, en sevdiğimizin bizi bırakıp gitmesinden, çocuğumuza bakamamaktan, aşksızlıktan, kopacak kıyametten, dünyanın yok olmasından, bilinmeyenlerden ve savaşlardan.

Oscarları da bu mevzulardaki filmler toplar zaten genelde.

Geçmiş Oscar’larda tüm dünyanın en çok konuştuğu filmlere bakınca, çoğu yine savaşla ilgili çıkıyor.

4 Oscar’lı Müfreze filmi Vietnam Savaşı hakkında Amerika’nın günah çıkarmaya çalıştığı filmlerden biridir. İki farklı görüşteki çavuşun emrinde 30 benzemez askerin davranışlarını savaş karanlığında izleriz. Filmde siviller ile karşı karşıya gelen askerlerin her birinin farklı davranış ve psikolojisine tanıklık ederiz.

Er Ryan’ı Kurtarmak filmi savaşın bir diğer etik kuralı üzerine kuruludur. Aynı aileden 3 erkek çocuğun şehit düşmesi sonucu kalan tek oğulun yaşaması için eve dönüş vizesi çıkar ve bir yüzbaşı emrindeki askerlerle birlikte savaşın ortasında Er Ryan’ı aramaya başlar. Tek bir evladı kurtarmak için diğer canlar tehlikeye atılır çünkü o ailedeki son evlattır.

Tarih kitaplarında okutulan Normandiya Çıkarmasını da dehşetle yaşarız filmde.

Braveheart’ta İskoçların bağımsızlık mücadelesini izledik. 13. yy savaşlarının kılıcın kemiğe saplandığı, kellelerin uçtuğu çok daha korkunç bir savaşı.

Tarihi gerçeklerin bazılarından izlenebilirlik için taviz verilen filmden aklımızda son sözü “Freedom” olan, kellesi kesilirken dahi özgürlük diye bağıran William Wallace kaldı. Halktan biri olarak perdeye yansıtılan Wallace aslen bir soylu. Ama demek ki yapımcı da yönetmen de halkın mücadelesinin daha izlenebilir olacağına inandı. Bu arada dünyanın değişimine, tabuların yüzyıllar içinde nasıl yıkıldığına bir örnek olarak verebiliriz filmi zira İskoçların bağımsızlık mücadelesini anlatan filmde figüran olarak 1600 İrlanda askeri rol almış, ordu ilk kez bu film için askerlerine sakal bırakma serbestisi tanımıştı.

The Piyanist filmi henüz vizyona girmeden önce hakkında “Holokost ile ilgili her şey konuşuldu, film tutmayacak, sıkışan her yönetmen hemen bu konuda bir film çekiyor.” denilmişti. Polanski ters köşe yaptı ve bir kaçışı anlattı.

Savaş filmlerinin tamamında sivillerin ve askerlerin savaş ahlakı, kahramanlık, birbirini kollama, bayrağına sahip çıkma, insanlığını kaybetmeme gibi unsurlar ön plana çıkarken bu filmde tek derdi savaşta hayatta kalmak olan bir piyanisti izledik. Korkuyu gözümüze soktu Polanski, kokusu burnumuza geldi. Tam 3 saat savaşta bir sokak hayvanından farksız tepkilerle hayatta kalmaya çalışan bir sanatçıyı izledik. İçimize işledi canın kıymeti.

Daha 7 Oscarlı Schindler’ın Listesi, 3 Oscarlı La Bella Vita var aynı soykırıma başka açılardan bakan.

MÖ 480’de geçen 300 Spartalı ile başlayıp Truva’dan tutun da Çanakkale Savaşı’nı anlatan Gelibolu’dan Stanlingrad’ın kurtuluşunu anlatan Kapıdaki Düşman’a kadar yüzlerce savaş filmi var.

Çünkü her savaşın ardından bir yüzleşme ihtiyacı doğar. Yaralar kabuk tuttuktan sonra çekilen filmler toplumun yüzleşme ihtiyacına seslenir.

Ama sinema aynı zamanda büyük bir kitle iletişim aracı. Toplumsal algıyı yönlendirmek için kullanılmaya uygun. Buradan yola çıkarak geçmişe bakınca Ortadoğu’da yaşanan savaşlara dair yukarıdakiler gibi gişelere sahip film sayısı maalesef bir elin parmaklarını geçmiyor.

Birkaç sebebi var diye düşünüyorum. Ortadoğu’daki yara, yüzleşmeye sıra gelecek kadar kabuklanmıyor. Acılar peş peşe yaşanıyor. Dramı sürpriz olmayan, acıya teşne algısı yaratan coğrafyalar var. Tozlu yollarda parçalanmış giysileri ile yalınayak koşan, dehşete düşmüş insanların normal sanıldığı coğrafyalar. Ortadoğu tam da böyle.

Bir de işte el elin eşeğini ıslık çalarak ararmış. Hollywood’ta sıra buraya pek gelmiyor, gelse de samimi olmuyor.

İnsan kendi derdini en iyi kendi anlatır. Ortadoğu imkanları dolayısı ile kendi sinemasını özgürce yaratamıyor hâlâ.

İran’la ilgili en çok izlenen film Persepolis yine İranlı Fransız çizgi romancı Marjane Satrapi’nin kaleminden ve yönetmenliğinden çıktığı için samimiydi.

Hollywood sinema endüstrisinin kalesi. Adı üzerinde bir endüstri. Çıkar uğruna yönlendirebiliyor, başkan adayını fonlayabiliyor, bütün kampanyayı sırtlayabiliyor. Hollywood’tan çıkan Ortadoğu filmleri de genelde Amerika’nın dış politikası ve iç dengeleri ile uyumlu oluyor.

Irak işgalini anlatan epi topu 15-20 film varken, senaryolar dönemin başkanı Bush’a olan desteğe göre dönemsel değişkenlik gösteriyor. Tabii ki genelleyemeyiz, savaş karşıtı ya da Amerikan hükümetini eleştiren yapımlar da yok değil. Grace is Gone savaş karşıtlığı ile Iraq in Fragments ise 300 saatlik görüntülerin kurgulandığı belgesel olarak gerçek yaşamın kesitlerini sunması açısından iyi örnekler sayılabilir.

Bir coğrafyanın kaderini en iyi o toprağın yönetmeni dile getiriyor. İmkanlar kısıtlı olsa da, prodüksiyon Hollywood kadar ihtişamlı olmasa da, oyunculuklar Oscarlık değilse de fırsat buldukça izlemeye çalışıyorum.

Yine böyle bir filmden bahsedeceğim. 2016 yapımı Airlift. İzlemekte geç bile kalmışım.

“Bir yönetmen bunu çekse de iç yüzünü görsek” dediğimiz bir olayın vücuda gelmiş hali.

Sinemada yeterli yer bulmayan Irak’ın Kuveyt’i işgalini o sırada Kuveyt’te bulunan ve mahsur kalan 170 bin Hintli açısından anlatıyor.

Kendini Kuveytli olarak tanımlayan, Arapça’yı ana dili gibi konuşan, hem Kuveyt’le hem de Bağdat ile üst düzey ilişkileri olan büyük bir iş insanı, işgalin başladığı gün dehşetin de farkına varıyor.

İki seçeneği var, o an işgal güçlerinin talep ettiği rüşveti verip ailesi ile ülkeyi terk edebilir. Ya da mahsur kalan tüm Hintliler içinde en güçlü kişi olarak kendi halkını terk etmeyip ortak bir çözüm arayışına girebilir.

Hintlileri yüceltmiyor film. En büyük eleştirilerden birini de kendi halklarına yapıyor.

Talepkarlıkları, hiçbir adım atmadan başkasının attığı adımı izansız eleştirmeleri, yoluna taş koymaları, devletlerin gözünde vatandaş olarak değersizlikleri çok tanıdık geliyor.

Büyük patron Ranjit Katya fabrikasını kendi insanları için bir kampa çeviriyor, işgal güçlerine sürekli rüşvet ödüyor, büyükelçilikle, Hindistan ile iletişim kurmaya çalışıyor.

Arkadaşı soruyor. “Yıllarca bize bırakın artık şu Hintliyiz muhabbetini, biz Kuveytliyiz, burada doyuyoruz, dedin. Şimdi Hindistan’a dönmeliyiz, bizi kurtarmaları gerek diyorsun, bu Hintliler için ölümü göze alıyorsun. Ne bu şimdi?

Ranjit: “İnsan canı yanınca ilk anne diye bağırır” diyor.

Filmden aldığım bir ders buydu. Biz bu coğrafyaya bağlıyız, asla kopamayacağız. Anamız bu topraklar. Öksüz de kalsak, canımız her yandığında adını haykıracağız, türkü duyduğumuzda gözlerimiz dolacak.

Diğeri ise vazifeye dair.

Birileri bir şeyleri yapıyor sanıyoruz. Bana mı kaldı canım? Onu da mı ben düşüneceğim, ben yapacağım? diyoruz.

Gücüm o kadara yetmez, diyoruz. Öte yandan “ben yaparım” diyenin sırtından da sopayı eksik etmiyoruz.

Filmdeki gibi. Bana kaldı demek lazım, bize kaldı.

Ne diyordu Bob Marley: Tek seçeneğiniz güçlü olmak kalana kadar, ne kadar güçlü olduğunuzu bilemezsiniz.

Ranjit 170 bin Hintliyi mucize kabilinden Umman’a ulaştırıp, Hindistan’la kurduğu telefon trafiğinde bulabildiği tek bir yürekli adamın Yeni Delhi’deki inadı sayesinde, tırnaklarla kazanılmış bir zafer sonucu, tam 488 uçuş ayarlatıp ana vatanlarına ulaştırmayı başardı.

Filmin gazına gelmişsin diyebilirsiniz, ben de gerçekten yaşanmış bu olayı bir de perdede izleyince etkilendim evet, derim.

Türkiye asıllı x vatandaşı olmadan da dünya sinemasında adından bahsettirecek yönetmenlerimizin, yaşadıklarımızı özgürce sinemaya aktarabileceği 7. sanatsal hayallerimle, içinizdeki gücün farkında olup bir şeylerin ucundan tutacağınız ve hatta dönüştüreceğiniz bir pazar dilerim.

Sinemayla kalın, iyi seyirler.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...