10 Mart 2018 23:56

Bir güne sığmayan kadınlık kavgası

Bir güne sığmayan kadınlık kavgası

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Bir 8 Mart daha, kavram karmaşası, marka kampanyaları, eleştiriler ve kadınların çeşitli illerdeki gösterilerine şiddetli müdahalelere rağmen İstiklal’i dolduran on binlerce kadının renkli görüntülerinden bir kucak umut ile geride kaldı.

Her kadın şahsına münhasır. Ben de kendi adıma duruma nasıl baktığımı anlatmak isterim. Zira içimize atınca iyi gelmiyor bünyeye.

8 Mart’ın tarihçesini biliyorsunuz, kısaca göz atalım.

* 8 Mart 1857’de New York’ta 40 bin tekstil işçisi daha iyi çalışma şartları için greve başladı. Polisin saldırısı sebebi ile kendilerini fabrikaya kilitleyen işçilerden 129 kadın çıkan yangında can verdi.

Cenazelerine on binlerce insan katıldı.

* Ağustos 1910 Kopenhag 2. Enternasyonele bağlı Uluslararası Sosyalist Kadın Konferansında Alman Sosyal Demokrat Parti önderlerinden Clara Zetkin’in önerisi ve oy birliği ile 120 kadın işçi anısına Kadınlar Günü olarak kutlanması kabul edildi. Bahar aylarında değişen tarihlerde kutlanmaya başlandı.

* 1921’de Moskova’da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansında (3. Enternasyonal Komünist Partiler Toplantısı) Lenin’in önerisi ile tarih 8 Mart olarak saptandı ve adı da “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” oldu.

* 1977 BM Genel Kurulu tarafından 8 Mart Dünya Kadınlar Günü olarak kabul edildi. Ve “Ölen tekstil işçisi kadınların anısına” kısmı bu kararda yer almadı.

Bu durumda 8 Mart’ın tarihçesi su götürmez şekilde sosyalist harekete, sınıf mücadelesine, işçi sınıfına ve emeğe bağlıdır. Ancak BM’in de bir 8 Mart’ı vardır.

İkisi de hak, ikisinin de özü kadındır. Herkes dilediği başlıkta hakkını aramakta özgürdür.

Zaten işin aslı, eşit maaş, eşit çalışma saatleri, eşit fırsatlar diye çıkılan yolda, kan kaybede kaybede yaşam hakkında eşitlik talebine gerilemişiz.

Şu an emeğin eşit değer bulmasından önce, kadını yeniden çalışma hayatına kazandırmak için mücadele ediyoruz. Kadının seçme ve seçilme hakkını kazandığı ilk ülkelerden birindeyiz ve kadınların oylarını, seçemedikleri kocaları belirliyor maalesef.

Kadın haklarında yaşanan gerilemeyi anlamak için çok delile ihtiyaç olmasa da bir geçmiş örneğe bakalım.  Oral Çalışlar, 1994 basım İslam’da Kadın ve Cinsellik kitabında, İslamcı kesimin “Erkek kadından üstün mü?” tartışmasına sıcak bakmadığını ve bunun İslamiyet’i karalamak isteyenlerin açtığı tartışmalar olarak gördüğünü belirtiyor.

İslam geleneği ve günlük yaşam içinde ortaya çıkan erkek egemenliğine rağmen, Müslüman kadın yazarların tartışmaya katılması ile İslam’ın kadına yaklaşımının yeniden tanımlanmaya çalışıldığından bahsediyor.

Asiye Dilipak o dönem, “Kadın ve erkek bir bütünün iki parçasıdır. Bir arada var olmak zorundadırlar. Üstünlükleri de ancak takva (dine bağlılık ve eğitim) iledir” diyor.

O dönem Kur’an’da kadın ve erkek eşitliğine örnek pek çok ayet önem kazanıyor. Örneğin: Bakara suresi 187 ve 228. ayete göre kadın ve erkek birbirinin ayrılmaz parçası, yardımcısı ve elbisesidir. Nisa suresi 129, Ahzab suresi 35 ve Mumtehibe 12. ayet kadının Allah emirlerinin muhatabı olması bakımından erkekle eşit olduğunu söylüyor, kadın ruh ve bünyesine uygun olarak gerçek eşitlik, değer ve şahsiyet verilmiş oldu deniliyor. Ben değil dönemin İslam yazarları bunun üzerine söyleşiler yapıp, kitaplar yazıyor.

Bundan 24 sene önce, dini modernize etmek ile uğraşılıyormuş demek ki. Şu an biliyorsunuz giydiğimiz sünmüş eşofmanın dahi tahrik özelliği var. Tüm hayat nevresimden ketçaba, damacanadan amca oğlunun sakalsız haline kadar erkeğin uyanmasından korkulan nefsi üzerine dönüyor. 

Erkeğin nefsinden kadına ne oysa? Herkes yasalara, evrensel değerlere, toplumun refahına göre konumlanmak zorunda. 

Nefsine yenik düşüp baklavayı çalan 10 yıl hapis yatsın da kadına tecavüzde bu “nefis” denen illet ceza azaltsın, kabul edilir şey değil.

Bugünlerde konuşulan İslam’da güncelleme konusuna gönül ister ki 24 yıl öncenin bakışı ile yaklaşılsın. Ezmanın tagayyürü ile ahkamın tagayyürü inkar olunamazsa, bilinsin ki ezmârı kadınlardır bu dönemin, bunca baskıya rağmen hayata devam eden. Bizi de görsünler bir zahmet.

Bunlar zaten bilmediklerimiz de değil.

Demem o ki, 8 Mart tarihi bir sınıf mücadelesinin eseri de olsa, kadınlar için hayati noktaya gelmiş durumda.

Ezilenler piramidinde en dipteyiz. Kazanımın yolu neredeyse oraya odaklanmak zorundayız.

Dileyen işçi kadınlar özelinde dileyen tüm kadınlar adına ama mutlaka olumlu bir adım için ses çıkarmak üzere dilediğince kutlayabilir.

Burada dahi ayrışmaya gerek yok. Sorun çok net. Dört koldan kim nasıl dikkat çekebiliyorsa konuya, ellemeyelim çeksin.

Önce farkındalık sonra çözüm gelir.

Beni de kadın haklarını savunurken en yaralayan şey, karşı tarafı empatiye zorlama sürecinin “acıma”ya dönmesi. Dünyanın en gurur kıran hissidir acınmak.

Ve ne yazık ki bu coğrafyada kadının başına gelenlerin yarattığı haller hep acınası. Onda bile yutkunup otururum yerime, bu acıyı başka türlü anlamayacak bu toplum diye.

Gönlümden geçen, uzun yolun sonundaki eşitlikte, pozitif ayrımcılığa dahi gerek kalmayan bir denge. Kadını savunmak isterken kullanılan “anaç, narin, duygusal, şefkatli” gibi kelimeler dahi yaralıyor beni.

Velev ki değiliz kardeşim bu mağdur olmaya engel mi? Ya da velev ki mağdur değiliz bu eşit olduğumuz anlamına gelir mi?

Hayatın hiçbir alanında eşit değiliz. En beteri kadına şiddet uygulayan faillerin hep kaçış yolu bulması ve suratımıza patlayan ceza indirimleri.

Öte yandan kadının çalışarak “Erkek işsizliğini artırıp istihdam dengelerini bozduğunu” söyleyen bir anlayışın yönettiği sistemde, çocuğa bakacak yuvayı iktidarın hiç dert etmeyişi. 

Doğan çocuğun tüm sorumluluğu tamamen ailedeyken her aileden 3 çocuk istemek neyin cesareti?

O çocuklara kim bakacak, olası boşanmada çocuğa da aileye de ne olacak?

Velayet de bir lütuf olarak genelde anneye, hafta sonları çocuk görme izni babaya veriliyor. Tatillerde de birer hafta. Zaman içinde babalar düşüyor bu tempodan, anneler ise bekar ve tam zamanlı annelikle yeni bir yaşam kurma mücadelesinde giriyor. Yük ağırlaşıyor, taşıyan tek. 

Sorumlulukta eşit hak isteyen istisna babalar da mağdur.

Çocuk eşit ilgiye ihtiyaç duyar anne ve babadan. Ödevleri yaptırıp sabahın körü kaldırıp okula götüren anne ile hafta sonu alıp bir sinema bir dondurma ile eve bırakan baba arasındaki rollerde uçurum var.

Bir hafta annede bir hafta babada tam zamanlı kalmalı ki çocuk, paylaşılan sorumluluk eşit olsun. Çocuk hem tatili hem günlük rutini ikisi ile de paylaşabilsin.

Ama tabii bunlar bizim için daha çok üst seviye. Daha boşanabilme aşamasına gelemeden can veriyor şu an kadınlar.

İktidarın başardığı, muhalefetin ise hiç beceremediği bir yöntem var.

“Olmayacak bir şeyi söyle, toplum kısa vadede bir tık altına ikna olur zaten.”

Söylenen şeyin absürtlüğü üzerine yazılar, eleştiriler yapılıp sonra da absürt mevzu ‘ti’ye alınmaya başlanır. Ama insanların aklındaki “Böyle bir şeyin akla bile getirilemez” olduğu tabusu yıkılmıştır artık. Akla gelmeyi bırakın dile dahi getirilmiştir.

Sonra buna yakın bir icraat vuku buluverir. Neticede “e artık o kadar da absürt” değildir.

8 Mart İstiklal Kadın Yürüyüşü’ndeki bazı pankartlar eleştirildi. Uçarı, küfürlü, açık saçık diye. Aslında doğru taktik belki de budur.

Söylenmesi tabu sanılan şeyleri ulu orta dillendirip bir tık altını gerçekten talep etmek.

Geçen haftaki yazıda bahsettiğim, sokakta dans eden ve “Ne var sen yapmıyor musun sanki evde?” diyen genç kadının yaptığı doğru.

Taciz ve tecavüzün hiçbir koşulda mazur gösterilemeyeceğini ispat için, belki de “zorunlu empati kurdurma ekipleri” kurmalı. 10-15 kişilik kadın grupları, sözlü ve elle tacizi makul görenlere sokak ortasında aynısını yapmalı.

Belki de Hindistan’ın Gulabi’lerinde aramalı çözümü. Kast sisteminin en dibinde olmanın getirdiği ezilmeye bir de kadının toplumdaki rolü eklenince, yıkılacaksa bu sistem hemen şimdi, dönecekse devran bugünden başlasın diyen, pembeli ve eli sopalı kadın çetesi. Hem sosyal adalet dağıtıyorlar hem de canlarını kendileri koruyorlar.

Yüz binlerce oldular. 

Sufrajetler, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmasında hepimizin minnet duyması gereken kadın aktivistler. İşkenceye uğradılar, defalarca tutuklandılar. 

Yöntemleri akla gelmeyen her şeydi. O dönem için bir kadının elinden çıkacağına inanılmayan her şeyi yaptılar. 1913’te Emily Davison at yarışlarında kendisini Birleşik Krallık Hükümdarı V. George’un atının önüne atarak hayatını kaybetti. Bu en kalabalık cenaze Birleşik Krallık’ta kadınlara oy hakkına giden yolu açtı.

Biz bunca öldürüleceksek ve bunca kolay tahliye edilecekse öldürenler, keşke dava uğruna ölseydik Emily gibi de kızlarımızın geleceğini kurtarsaydık diyor insan.

Öyle bir yerdeyiz işte.

Sarah Gavron’un 2015 yapımı Suffragette filmini tavsiye ederim.

Ve isterim ki bir gün hep birlikte haykıralım:

Bize acımayın, gücümüzden korkun yeter!

Güçlü kalabildiğimiz bir pazar dilerim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...