03 Mart 2018 23:42

Madem tahakküm var; o zaman dans!

Madem tahakküm var; o zaman dans!

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Bu hafta sosyal medyaya bir video düştü: Genç bir kız, neşeli, çakırkeyf. Dans ediyor sokakta, kameramanın karşısında. Kendisine uzatılan mikrofona “Ne var bunda? Hayvana tecavüz edilince normal, ben dans edince ‘Kıza bak ya’? 

Sen yapmıyor musun evde? Tuvalete gitmek kadar normal bir şey bu” diyor. Haklı.

Dans etmek, insanlık tarihi kadar eski. Ateşten önce bile dansın var olduğu düşünülüyor. Dans, insanın yazıdan ve sözden önce, kendini ifade etmek için bulduğu ilk dil.

Acıkınca karnını tutup sallanmak, heyecanlanınca sıçramak, zıplamak, birine el sallamak gibi, eski çağlarda yağmuru çağırmak için, hastaya şifa için, düşmana korku salmak için topluca yapılan hareketler, hep dansın temeli.

Madem ki tarihçesi insan kadar eski, gerçekten insani bir ihtiyaç belli ki.

Dönüp bir kendime baktım, bir de çevremdekilere. Bu insani ihtiyacımızı karşılamayalı çok uzun zaman olmuş. Çünkü dansın arkasında bir motivasyon olmalı.

Bizim sinirlerimiz çelik birer tel gibi. Gerilmiş bir yay gibi. Zihnimiz öyle germiş ki bizi, kollarda sallanacak esneklik, bacaklarda sekecek derman yok gibi.

Üstümüzde bir tahakküm var demek ki.

Bir baskı, bir şeylerin insani ihtiyaçlarımıza varasıya bize hükmetmesi söz konusu. Öyle ki dansın lafı bile geçmiyor, konusu bile açılmıyor artık.

Tahakkümün bin türlüsü olur, özgür davranamadığımız her nedenin ardında biri yatar. Bu; bulunduğumuz sınıfın gerçekleri, örf ve ananeler hatta moda bile olabilir.

Yine de en bilineni devlet eliyle olandır. İktidarlar topluma her kanaldan hükmeder. 

Ruh halimizin birincil belirleyicisi toplumsal koşullardır. İnsan sosyal bir varlık. Çevreden etkilenmeden yaşaması, en zeki canlı türü olmasına rağmen mümkün değil.

Elimizdeyken keyfinin farkına varmadığımız bazı lükslerimiz varmış. Tahakküme kaybedince anladık, velakin yokluklarına çabuk alıştık ya da alıştık sandık.

Muhalefet edebilmek bunlardan en büyüğüydü. Şimdi kenarından dolanıp muhalefete benzer bir şeyler yapabilmek için “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” metoduyla muhalefete muhalefet ederek dert anlatmaya çalışıyoruz. Tavşanın suyunun suyu.

Ufak görünen, etkisi büyük neşelerimiz gitti elimizden, deniz kenarında kayalıklara oturup şarap içebilmek, aşka geldiğimizde ulu orta sevdiğimizi öpebilmek, giyinirken sadece kendi zevkimize güvenmek, geceleri sevebilmek ve sokaklarda yalnız yürüyebilmek gibi.

Geleceği düşünmeden uyuma lüksümüz gitti. Emeklilik hayallerimiz, dolar kurundan bağımsız tatil planlarımız, çalışarak iyi okullara girilebileceğine, liyakatle kariyer yapılabileceğine inancımız, endişesiz sabahlarımız gitti. Yerine, çalan kapı ziline tedirginlik, her güçlü seste yere yatma refleksleri geldi, daha sessiz olduk, sözümüzü çok tartıp yarıdan fazlasını yutar olduk.

Bunca kaybın sonu, sürpriz değildir ki dans edemez olmuşuz.

Peki neyi olduğunu bilemeden bir şeyleri beklemek dışında yok mudur bir yolu?

Gustav Landauer “Devlet, devrimle yıkılabilecek bir şey değil, insanlar arasındaki ilişki tarzıyla var olur, beslenir, güçlenir, sömürür ve öldürür. Devlet; otoriter ve hiyerarşik örgütlenmelerle iktidara talip olmakla değil, insanlar arasında ve devletin kendini yeniden üretmediği yeni ilişkiler, özgürlükçü ve dayanışmacı yeni bir hayat tarzı kurularak yıkılabilir” diyor. Ben demiyorum, anarşist bir filozof diyor bunu.

Ben anarşist değilim lakin sol, ‘YAE’ciler, liberaller, siyasal İslam’dan uzak eski sağ gibi unsurların birbirleri ile aynı dili konuşup tek bir çatıda birleşemeyeceğine defalarca şahit olduk, Landauer’in sözünün yeni bir hayat kurma kısmını önemsediğim için alıntıladım.

İktidara talip olma kudretinde olan da, bir devrim hedefleyen de bulunmayan günümüzde, hayatı biraz yaşanır kılıp, özgürlük alanı açmak adına belki de özlenen bir kamuoyunu yaratmak için yapabileceğimiz, Landauer’in dediği gibi iktidarı gündelik ilişkilerimizden dışlayabilmek.

Bunun en meşru yolu ise sivil itaatsizlik. Sivil itaatsizlik kavramı bir şekilde demokratik olduğunu iddia eden sistemlerde ortaya çıkan ciddi haksızlara karşı, yasal imkanların tükendiği noktada başvurulan, anayasa ya da toplumsal sözleşmede bir karşılığı olan ortak adalet anlayışı temelinde, şiddeti reddeden, politik ve meşru bir eylem şeklidir.

Bir örgütlenmeye sırtını dayama ihtiyacı yok-tur. Alenidir ve kamu vicdanına seslenir. Düşmanlıkları derinleştirmek değil gidermenin, karşıtı yok etmek değil ikna etmenin niyetindedir. 

Sivil itaatsizlik, sistemin de demokratik olduğuna dair meşru bir zemin sağlar aslında. Çünkü ancak bu sistemlerde geçerli bir eylemliliktir. Tüm sistemlerin meşruluk adına demokratik görünme, kendisinden o şekilde bahsetme ihtiyacı varken de karşılıklı bir faydadır. 

Sivil itaatsizlik, haksızlığın muhatabını tarafsızca savunur, bizden-onlardan ayrımı yapmaz. İşkenceye karşı da, adaletsiz bir yargılamada da, taciz ve tecavüzde de muhatabın ideolojisinden bağımsız, insanlık adına, kamu vicdanını hedef aldığı için evrensel doğrulardan yanadır.

Sivil itaatsizlik, iktidarlar tarafından şiddet ile dağıtılmaya, bir hareketin tarafı gibi gösterilmeye çalışılabilir. Ancak sivil itaatsizliğin ideolojiden uzak tavrıyla bu girişim ancak kamuoyunun daha büyük desteği ile karşılık bulur.

Jurgen Habermas bu metodun kazanımları için “Hükümet kararlarını değiştirmeye zorlayacak tek şeyin meşruiyetlerini kaybetme riski” olduğundan bahseder. Bu da sivil itaatsizlik eylemleriyle imkansızdan bile bir şans doğurmak demektir.

Geçen sene çocuk tacizlerine karşı bir gecede sosyal medyada tepki yükselmiş, birisi “Buna dur dediğimi insanlar bilsin istiyorum, çocuk evliliğini onaylayan bir insan olmadığımı haykırmak istiyorum. Bunun bir işareti olsa keşke” demişti. Aynı gece “Yakamıza çapraz yara bandı takalım” önerisi geldi. Gece boyunca binlerce insan kalplerinin üzerine yapıştırdıkları yara bantlarını paylaştılar. Ertesi gün TÜYAP’ta binlerce insanda bant vardı. Ha keza metrobüste de. Birbirimize gülümsüyorduk. Aynı gün bir sanatçı binlerce kişinin geldiği konserinde sahneye, bir sunucu TV’ye, bir tıp seminerinde profesörler kürsüye yakalarında yara bandı ile çıktılar.

İdeolojiler üstü, kapsayıcı, şiddet karşıtı ve vicdanlı insanların birbirleri ile selamlaşabilmesi açısından kaynaştırıcı, moral veren bir eylemdi.

Demem o ki, bizler artık ideolojilerimizi cebimize koyup bir çatıda buluşamayacak kadar güvensizlik ve öfke biriktirmişsek de kendi vicdanımız ve kamu vicdanı nezdinde sorgulanamaz bir başlıkta bari birleşebilmeliyiz. İdeolojiler, bakış açıları, tarihi yargılamalardan oluşan dağı yıkamıyorsak da belki bu şekilde bir kapı açabiliriz.

Bu, çocuklarımızı tacizden ve tecavüzden, denetimsiz yurtlardan korumak da olabilir, KHK ile ihraç edilenlerin ideolojilerinden bağımsız hızlıca soruşturmalarının bitirilmesi ve hayatlarına devam edebilmeleri talebi de olabilir, adil yargılama da olabilir, kadın cinayetlerine karşı durmak da. Doğruluğu ve haklılığı sorgulanamaz çok fazla başlık var elde.

Bunun için Nuriye ve Semih kadar ciddi bir eylemliliğe girmek için cesaretimiz olmayabilir. Kimseyi yeterince cesur değil diye yargılayamayız. Herkesin ömrü tek. Gandhi bile “Uğruna ölmeyi göze alacağım birçok dava var. Ama uğruna öleceğim bir dava yoktur” demişken, bize düşmez yargılamak.

Belki de sivil itaatsizlik eyleminin metodu, elimizden alınan özgürlükler nezdinde sokaklarda ıslık çalmak, otobüslerde şarkı söylemek ya da adliye koridorlarında dans etmektir.

Belki de bu kadar basit ya da iki yara bandı yapıştırmak kadar kolaydır yeniden bir bağ kurabilmek.

Oturup geçmiş günlere hayıflanmak, birbirimizi eski hatalar ile yargılamak, yapamadıklarımız ile suçlamak, muhalefetin muhalefetini yaparak kısır bir döngüde kıvranmak yerine, bu kavram altında bir kez daha deneyebiliriz. Hiçbir kazanımı olmasa dahi günlük ilişkilerimizden bir süre iktidarı uzaklaştırmış ve vicdanlı insanlar olarak birbirimize bir adım yaklaşmış oluruz.

Ali Rıza Gelirli’nin Tahakkümün Anatomisi kitabında büyük harflerle yazdığı gibi: VİCDAN HER YERDE APOLİTİKTİR.

Belki siyaset yapabilmek için apolitiklik ceketini giymenin mevsimi gelmiştir.

Apolitikliği bir ceket gibi değil teni gibi taşıyanlar için ise Ayn Rand’ın sözünü hatırlatırım: “Politika ile tek bir sebepten ilgilendim, politika ile ilgilenme ihtiyacı duymayacağım günlere ulaşmak için.”

Dediğim: İnandığımız değerlerden uzaklaşmak değil, inandığımız değerler ve ideolojiden daha büyük bir şeyin, evrensel bir doğrunun, sorgulanamaz bir haklılığın çatısında, zor olmayan hatta tercihen kolay ve keyifli bir metot ile dik ve birlikte durabilmek, en azından bir süreliğine.

Bir pazar sabahı kahvaltınıza, taze limonata tarifi ya da el yapımı bir sallanan koltuğun öyküsü ile misafir olmak ve gündemsizliğin özgürlüğünde serbestçe salınmak hayalim var.

Böyle hayallerle, şimdilik sosyal sorumlu, sivil itaatsiz bir pazar dilerim.

O zaman dans!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...