17 Aralık 2017 00:52

Bütün güzellikler ölüyordu

Bütün güzellikler ölüyordu

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Kentin büyük ve kalabalık caddesinde yürüyordu. Oradan oraya koşuşturan insan kalabalığı içindeki bir başınalığını hissetti, irkildi. Kara duygularıyla sarı sıcak kentlere göçüp, orada da aykırı duran sonbahar sürgünlerini düşündü. Aynı yerlerden aynı sözcüklerle geçiyordu kaçıncı kez. Sözcükler öldürüyordu sanki her şeyi. Bu kenti terk etmeye hazırlanıyordu. Mülksüz ve çıplak. Sevgiliye siz diyen şarkıları anımsadı. Böylesine inceliklerin gittikçe yok olduğu günümüzde, karşılaştığı sahici incelikler onu duygulandırıyordu. Hoyrat davranışlarla hırpalanıyor, aldığı yaralarla yiten dostlukların ardından ağlıyordu. Hüznü ve melankolisiyle kentin sokaklarını dolaşırken, insanları çıplak düşünürdü. Duygularını, düşüncelerini neden giyinik yaşarlardı sanki? Gizli, kaçamak, alabildiğine yalanlı, hoyrat ve hep eksik. Kuşkuya kapılırdınız; yaşananlar, gördükleriniz sahici mi, örtülerin altında başka gerçekler mi vardı? Konserve hayatlar yaşanıyordu, kutular, ambalajlar içinde. Evler, taşıtlar, işyerleri, eğlence yerleri... Buralarda yaşanan kaba, yaralayıcı ilişkiler. Her yan kan ve et kokuyordu. Dayanılmaz bir koku. Kan emicilerin, etseverlerin yaraladığı, parçaladığı insan bedenlerinden gelen çığlıklarla irkiliyor, öfkeleniyordu. Hüznüne öfke ekleniyordu.

Bizans eskisi kentin varoşlarında yaşanan hayatları düşündü. Sabahın kör saatinde yollara dökülüp zengin evlerine temizliğe giden, sanki dünyanın bütün yükünü omuzlamış yaşlı kadınlar, yüklenen cinsel kimlik altında ezilen “kaba erkekler” kimin hayatını yaşıyorlardı? Yıkıldı yıkılacak ahşap evlerle çevrili bir sokakta yürüyordu. Hemen her balkonda çamaşırların asılı olduğu evlerde yaşanan hayatlara girmek istedi. Cumbalarında artık saksı çiçeklerini sulayan kadınların olmadığı, sararmış duvar kağıtları ya da kireç badanalı duvarlarında zevksiz çerçevelerin, düğün ve askerlik fotoğraflarının asılı olduğu bu evlerde yaşanan hayat, onun hayatı olabilir miydi? “Kardeşim benim” duyarlılığı, her türlü yoksulluğun ve yoksunluğun içinde bu evlerde mi yaşanıyordu? Kim bilir?

Artık ertelememeliydi hiçbir şeyi ve yine o her zamanki ‘keşke’lerini yaşıyorken rastlaştı eski tanışıyla. “Sizi özlemişim.” Kalabalık bir gemideydiler. Güvertede başka tanıdıkları da vardı. Acıdan söz ediyordu şair olanı. “Gemi kıyıdan ayrıldığında tedirgindiniz. Tanışlarla ilgiliydiniz daha çok. Bense gemiyi izleyen martılarla. Önceki yaşantınızdan söz ediyordunuz. Dinliyordum. Yeni bir oyun başlamıştı işte. ‘Yaz yağmuru gibi serinletici ve geçici’ yaşanıyordu ilişkiler. Sevgiler bir atımlık, saçlarımız süpürge bile değil dostluklara. Şeytanın sevgili çocuklarıydık belki de. Tutkularının izleğini sürmekten yorgun düştüğü anlarda, en çok terk edilmişliklerine üzülürdü. İnsanları ve ilişkileri bir kez daha çıplak düşündü. Neden her şey örtünük yaşanıyordu sanki. Kim bilir? Belki de hayatın gizemi buradan geliyordu.

Düşüncelerimin bile sana ulaşamayacağı kadar uzaksın. Ördüğün duvarlar sana ulaşmamı engelliyor. Sana dokunmadan seni yaşayabilir miyim? İçimi fırtınalarından arındırıp seni bulmaya çalıştığımda, hep bir yerlerin eksik kalıyor. Senin ellerin yok. Senin dudakların yok. Belki de hiç olmadılar. Ne zaman seni düşünsem yitik güzellikler, ölü martılar görüyorum sisler içinde. Sen kardelenler içinde bütün çıplaklığınla yatıyorsun. Bana mavilikler ve kardelenlerle gelmiştin. Yorgundun, kırgındın. Beni bırakmanı, unutmanı istemiştim. Bırakıp gitmeliydin. Bırakmadın. Beni de sürükleyip getirdin bu lanetliler kentine. Bütün güzellikler öldü.

Seni düşünüyorum da yeniden, hüzünler içinde buluyorum. Her şeyin rengi sarı oluyor birden. Elime fırçayı alıp sarıya boyuyorum yeryüzünü.

Balkondan balkona asılı iplerdeki çamaşırların renklendirdiği sokaktan geçerken kulağına bir şarkı çalındı; “Sesler, yüzler, sokaklar...” Sevdiği şairin yazdığı sözler yankılandı kulaklarında...

Yalnızlığı bir kez daha hissetti benliğinde. İrkildi. Anılara dönmek, hatırlamak acı veriyordu. Yıllar sonra yeni bir yolculuğun eşiğindeyken, bir kez daha anımsadı geçmiş yolculuklarını. Yıllar önce “Ben gidiyorum” diye çıktığı yolculuklarından, sürgünlerinden birinde tanıdığı arkadaşını anımsadı. Sevimli, küçük bir Akdeniz köyünde... 

“Ben gidiyorum bu kentten, Hoşçakalın.” Dönmüştü. Bugünlerde yine aklında, dilinde kırık bir ezgi. Coşkuyu ve hüznü bir arada yaşıyordu. Ütopyalarının izini sürmüştü yaşamı boyunca. En yakın arkadaşların bile anlaşamadığı, sevgilere, aşklara hesaplarla yaklaşıldığı, insanların birbirlerine açık ve çıplak olmadığı şu dünyada, yorgun düşmüştü ütopyasının izini sürmekten. Bir düşbazdı fakat olmuyordu işte. Hep düş bozumuydu yaşanan; hep yalnızlık, hep hüzün.

Uzun yolculuklarından, sürgünlerinden her dönüşünde yine seviyor, yine bağlanıyordu bu kente. Oysa her seferinde yaşadığı kentin onmaz yaralarla ölümlere götüren hastalıklı ilişkilerinden kaçıp gitmişti. Işıklandırılmış tapınma evlerinin, bugün başka biçimlerde kullanılan eski sarayların ve tarihin ortasından yürüyüp denize ulaştı. Denizin orta yerine demirlemiş gemileri izledi bir süre. ‘Bu gemilerden birine binip denize açılmalıyım’ dedi. Bunu yüksek sesle söylediğinin ayırtına vardı. Yalnız insanların evidir deniz, diye düşündü. 

Karada onları çeken bir şeyler yokmuş gibidir. Belki de son sığınaklarıdır. Karada yitirilmiş, harcanmış bir yaşam vardır; yıkıntılar ve yangınlar içinden yanık izleriyle, yaralı çıkılmıştır sanki. Bütün yaşam yangında tüketilmiş, her şey o yangında kül olmuştur. Sonra sığınılan deniz. 

Son günlerde dilinden düşürmediği o duygulu ezgiyi mırıldanarak sürdürdü yürümesini, kentin bilmediği, ilk kez gördüğü sokaklarında.

Her şey bir sis bulutunun ardındaydı.
Var gibi... Yaşanmış gibi... Gerçek gibi...

Sürekli bir savaş tehlikesi-tehdidi vardı yaşadığı coğrafyada; ülkede gerilim tırmandırılıyor, çatışmalar yaşanıyor, ölüm haberleri geliyordu. Ağzından salyalar akıtarak insanlığı tehdit ediyordu savaş bezirganları. 

Çocukluk düşlerinin bittiği yerde başlıyordu kabusu. Uyusam ve bir daha hiç uyanmasam diye düşünüyordu fakat yeni güne, yeni sancılarla uyanıyordu her defasında. Rahat bırakmıyordu sorular, sorgulamalar. En kırılgan yerinden ölüyordu. 

Biz neyi gördük en çok? İhanet miydi hep teğet geçen hayatımıza? Cebindeki kelebek ölülerini bırakıyordu ardı sıra; iz süren ikizi bulsun diye düşlerini. En çok, yorgun düştüğü anlarda içleniyor, çocukluk düşlerinin bittiği yerde başlıyordu kabusu.

Kendinden yansımalar bulma umuduyla, yanılsamaların iç içe geçtiği büyülü yolculuklardan ıssız dönmüştü kendine. Durup durup on ikiden mi vuruyorlardı, yolculuklarında düşlerini. Bu Bizans eskisi kentin sokaklarında rastlamıştı, anılarında iz bırakan birçok surete. Ne çok suret, ne çok kelebek ölüsü biriktirmişti yıllar boyu.

Çocukluk düşlerinin bittiği yerde başlıyordu kabusu. En zayıf anında acıtıyorlardı en çok?

Ne çok şey anımsıyordu bugününü sorguladıkça. Anımsamalar onu ilk gençliğine, çocukluk anılarına taşıdı...

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...