15 Ekim 2017 04:08

Merhaba!

Merhaba!

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Merhaba kelimesinin kökeni Arapçadan gelir; ferahlıkla anlamındaki karşılama fiilinden alıntı, rahab yani ferah ve geniş olma sözcüğünün ise zarfıdır.

Böyle kökeniyle düşününce merhabayı; final sınavlarını verip, yaprak sarmalar ile beklendiğimi bilerek anne evine girdiğim an, sevgilimin askerden dönüşü, doğum yaptığımda bebekleri ilk gördüğüm saniye, üzerinde adım olan bir kitabı elime aldığım zaman canlanıyor aklımda.

İşte şimdi de memlekete dönmüş gibi, alıştığım sedirde okkalı bir kahveyi içermiş gibi, sözümü sakınmadan diyebileceğim bir dost meclisinde yerimi bulmuş gibi bir merhaba diyorum. 

Zordan öte, zalim günlerden geçiyoruz. Bu günler çığ gibi büyüyüp yıl oluyor, her geçen yıl eskisini aratıyor. Mangal gibi yüreklerimiz varmış, elmastan sert sabrımız. Çatlamıyor, dayanıyoruz. Olaylar dehşete düşürüyor ama resmi beyanlarla dalgamızı geçiyoruz. Bir şekilde işte idare ediyoruz.

Bu hengamede ben hikayelere sığınarak nefes alıyorum. Büyük badirelerden güçlenerek çıkan insanların yaşamlarından feyiz alıyorum. Bu köşedeki merhabada diledim ki, size de ferahlık ve genişlik olabilecek hikayeler anlatayım. Gündemden sizi azıcık kaçırayım, bir demli çay ısmarlayayım. Gündem hep telaşlı, yoğun. Ben size geniş zamanları anımsatayım, -miş’li geçmiş ile kulaktan dolma, di’li geçmiş ile pişmanlık dolu olmasın. Geniş zamanda okunsun, zamanı genişletsin, güne takılı kalmasın istedim. Size kitaplardan, insanlardan, filmlerden, kelimelerden, yaşanmışlıklardan bir şeyler anlatayım, elimden geldiğince, kalemim yettiğince, naçizane.

Yazar Patricia Cornwell’in sevdiğim sözüdür: Hayatta kalmak tek umudum, başarmak tek intikamım. 

Bazen tüm dünya sırtını dönmüşken, etraf ateşler içindeyken, hiç olmayacak bir anda ciğerden kopan kocaman bir kahkaha ya da hiç sırası değilken bile filizlenen bir aşk, telefonun ucundan eski bir dost sesi, ihtimal vermezken posta ile gelen elle yazılmış bir mektup insanı hayata bağlayan çelik halat işlevi görebilir.

Sürekli kahırlanmak zafer değil teslimiyet getiriyor. Dökülen kuru yaprağın kızıllığını, yağan ilk karı, elimizi ısıtan çayı, demini, mevsiminde kıpkırmızı bir domatesi, uyuyan bir bebeğin yumuk ayağını, elini, koluna dokunan bir patiyi görmeyip, duymayıp, hissetmeyince zaten yaşanan şeye hayat denmiyor. İnsanın kendine hayrı kalmıyor.

Kendine hayrı olmayanın biliyorsunuz kimseye de hayrı olamıyor.

Bir kavgada yenmenin en iyi taktiklerinden biri, yumruklara gülerek yanıt vermektir.

Karşınızdaki iyice öfkelenir, bu bir kaç yumruğun daha şiddetli olmasına sebep olur. Ama bunu bilirseniz, dayanırsınız da. Sonra dikkati dağılır, öfkesi yüzünden kontrolü kaybeder, zarar veremediği hissi, kaybedeceğini düşünmesine sebep olur. Sırıtan taraf ise psikolojik üstünlüğe sahiptir, o gülümseme iç motivasyonuna da etki eder. Ve an geldiğinde, kontrol artık sizdedir. Beklenmedik anda, sürekli gülümseyen bir insandan beklenmeyen şiddette indirirsiniz yumruğu. O sersemlediğinde, bir yandan acı çekip, bir yandan gülümserken içinizde biriken hırs ile peş peşe kroşe, aparkat ve nakavt!

İşte öyle yapacağız.

İlk “Artık dayanılmaz oldu” dediğimizin üzerinden yıllar geçti. Bunca dayandıysak daha da dayanacağız. Sert yumrukları artık savuşturduk diye umacağız.

Ne diyordu Bob Marley: Ne kadar güçlü olduğunu asla bilemezsin, ta ki tek çaren güçlü kalmak olana kadar. Daha oraya gelmemişizdir bir ihtimal.

Havlu atmak üzere olanlara hep anlattığım bir roman var. Dünyanın en çok okunanlarından, belki hatırınızdadır. Henri Charriere’nin Kelebek romanı.

Bir otobiyografi. 

Charriere, edebiyat ile ilişkisine pek alışık olmadığımız bir kesimden geliyor. 1923’te, 17 yaşında deniz kuvvetlerine kaydolup, sonrasında yeraltı dünyasına katılıyor. Legal bir insan değil ancak masum olduğu aşikar bir davada, üzerine yıkılan bir cinayet yüzünden dönemin en korkunç cezaevi ile anılan Fransız Guyanası’nda müebbet kürek cezasına çarptırılıyor. Suçsuzluğunu ispatlamak için kendini paralayan Charriere’nin bu ceza üzerine tek amacı ve çaresi kalıyor: Firar.

Yazarın anlattığı cezaevi belki biraz Diyarbakır zindanları biraz da Sabahattin Ali’nin yattığı Sinop Cezaevine benziyor. Müebbet kürek denilen ceza aslında kısa vadede ölümden öte bir şey değil o koşullarda. Yine de kaçmayı başarıyor. Hatta uzun ve tehlikeli maceralardan sonra bir Kızılderili kabilesine yerleşip, burada iki evlilik yapıyor. “İşte azmin zaferi, buradan sonrası huzurla bu Kızılderili köyünde kitabına odaklanmak olmuş” diyebilirdim.  Ama hayat asla bu kadar kolay mutlu sonlara izin vermiyor.

Yakalanıyor.

Kürek cezası hücre cezasına çevriliyor. 2 sene. Charriere diyor ki: Çinliler kafaya damlatılan suyu bulmuşlardı, Fransızlar ise mutlak sessizliği.

Hücredeki fiziksel koşulların korkunçluğu bir yana, 2 seneyi tek bir ses duymadan geçirip tamamen hayatta kalmaya odaklanıyor. Mahkumların “insan yiyen” adını verdiği bu cehennemden aklını yitirmeden çıkmayı başarıyor.

Kürek mahkumluğuna döndüğü gün ikinci firarına hazırlanmaya başlıyor. Bu sefer bir sal ile. İşte burada firarı başarıya ulaşsaydı, hayatın denklemi öngörülebilir, likayatı güvenilir olsaydı bizim de şu an bir koalisyon ile yönetiliyor olmamız gerekirdi.

Tüm kitabın özetini geçip kimseyi sinirlendirmek istemiyorum. Sadece kitabın mutlu sonla bittiğini, benim ise Charriere’nin sadece hapisteki ilk yıllarını anlattığımı söyleyeyim.

Benim dayandığım nokta ise eline kalem almamış ama romanlarca yaşamış bir adamın tüm dünyada okunan, mahkumlara bakış açısını değiştiren, cezaevi koşullarında iyileştirme yapılmasını sağlayan bir yazara dönüşmesi.

Bu kürek cezası kadar ağır dönem bitecek. Bize öğretiler, yüzleşmeler kalacak. Özgürlüğü çok özlüyoruz, kavuşmamız da coşkulu olacak.

Borges 80. yaşında verdiği röportajda şöyle demiş: Seksen yaşında olduğumun kuşkusuz farkındayım. Her an ölebileceğimi umuyorum ama yaşamayı sürdürmekten, hayal kurmak benim işim olduğuna göre, hayal kurmayı sürdürmekten başka ne gelir elimden?

Borges son ana kadar hayallerini yazmaktan geri durmadı. 

Akşamları hayal kurarak uykuya dalıp, ferah ve geniş sabahlara “merhaba” dediğimiz  günlerimiz olsun.

Pazar günü, sana da merhaba!

Not: Kelebek romanı, 1973 yılında sinemaya uyarlanmış; Henri’yi Steve McQueen canlandırmış, Dustin Hoffman da en yakın dostu Dega rolünde yer almıştır. Ancak bu iki dev isme ragmen, film bir Charriere anlatımına yaklaşamadığı için, ben size yine de kitabı tavsiye ederim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...