14 Eylül 2017 00:15

İktidarın baskısına direnmek yurtseverlik gereğidir

İktidarın baskısına direnmek yurtseverlik gereğidir

Fotoğraf: Envato

Paylaş

AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, “Erdoğan’a vurmak, Türkiye’ye vurmaktır!” diyor. Kabinesinin sözcüleriyle iktidar havuzundan rant yiyici medya mangaları anında sıraya girip birbiri ardına aynı iddiayı tekrarlayıp yaygınlaştırmaya koyuluyorlar. “Millet”e göstermek istedikleri manzara, kendilerinin Türkiye ile, Türkiye’nin çıkarlarıyla, ülkesi ve halkıyla özdeş bir temsiliyeti, hatta birebir özdeşliğidir! Bu propagandaya göre, iktidarın politik, ekenomok-sosyal uygulamalarına; halk kitlelerine yönelik saldırılara, iktidar partisi dışındaki kesimlerden  gelen her eleştiri ya da itiraz Türkiye’ye karşı suç kategorisine girmiş oluyor! 

Bu yönetme siyasetinin üreticisi-yaratıcısı AKP’nin yönetim kademesini oluşturan “kurnaz ve zeki insanlar” değildir. Bu türden bir siyaset, dünyanın gelmiş-geçmiş antidemokratik, faşist, ırkçı ve şoven iktidarlarının çok çeşitli ülkelerde baş vurdukları, ve başlıca hedefi halk kitlelerinin hiç değilse önemli bir bölümünü “millet ve vatanın menfaatleri”  adına aldatıp yedekleyerek diğer kesimlerini sindirmeyi  kolaylaştırmak olan bir tür yönetme taktiğidir. Türk tekelci sermaye iktidarını ellerinde tutanların bu politik taktik kapsamında ekleyerek geliştirdikleri  “iç ve dış düşman” üretimini İslamcılığın belirli tarikatları ve şöven milliyetçilik merkezli bir istismarla beslemek olmuştur. Erdoğan başta olmak üzere iktidar sözcüleri, uyguladıkları şiddet, gözaltı, tutuklama, yasak ve zindan politikasına yönelik eleştirilerinden hareketle CHP ve HDP yöneticilerini değil sadece bu partileri kurumsal kimlikleriyle Türkiye düşmanlarının safında göstermekte ve  “milli ve yerli” olmamakla suçlamaktadırlar. Marksist, devrimci ve demokrat örgütlenmeler ve çevreler ise “zaten hiçbir şeyi beğenmeyen düşmanlar”dandırlar!  Özgürlük, hak –hukuk arayışı, insanların yargısız-sualsiz katledilmesine karşı çıkış, yüz elli bine yakın insanın görevden alınması ve yarıya yakınıın zindanlara doldurulmasına yöneltilen eleştiri ve gerici-faşist saldırıların son bulması istemiyle yürütülen mücadele; OHAL ve KHK dayatmalarıyla toplumsal yaşamın cendereye alınmasına direnme, iktidar tekelini eline geçirenlere göre, “Türkiye karşıtlığı” ve  hatta “düşmanlığı”dır!

 Ne var ki, bu taktik de giderek tutmaz hale gelmektedir. Komşuyu komşuya, işçiyi iş arkadaşına, öğrenciyi sırada birlikte oturduğu yaşdaşı gence, kamu emekçisini aynı odada ya da dairede birlikte çalıştığı arkadaşına düşman gösteren ve herbirini ötekine karşı ihbarcılığa zorlayan, bütün muhtarları bulundukları mahalin ihbarcısı haline getirmeyi halkla ilişkiler sanatının yeni bir yöntemi sayan, on milyonlarca Kürt’ün ulusal hak eşitliği talebinin askeri-polisiye yöntemlerle ve şiddetin ve yok etmenin dozu artırılarak bastırılabileceği yanılgısını “çözüm yolu” gösteren, ısrar ettikçe daha fazla insanın ölümüne yol açan bu politikayı “başarı” olarak süsleyip, “şehadet” nutuklarıyla işi sürdürülebilir sayan bir politikanın aldatıcılığı mümkündür, ama başarılı olması asla! AKP sözcü ve yöneticileriyle Bahçeli ekibinin bu düşman gösterme ve düşman varlığını işaret ederek yedeklikleri birarada tutma politikası, Kürtler ve Araplar başta olmak üzere ülkedeki farklı ulusal-etnik kökenden insanaların varlığını yadsıyarak tanımladıkları “millet” kavramını dahi tahrip eden, bölücü-düşmanlaştırıcı karaktere sahip olması nedeniyle söz konusu çevrelerde dahi giderek artan şekilde güvensizlik nedeni olmakta ve inandırıcılığı zayıflamaktadır. Havuz medyasındaki tartışmalar, amalı itirazlara rağmen havuzdan beslenenlerin yalanları tekrarlama dışında tutunacak bir kanıt bulmakta zorlanmaları nedeniyle içine düştükleri gülünç durum belirtiler arasındadır. Kendileri dışındaki herkesi düşman görüp ilan eden, kendilerine muhalif ve saldırılarına karşı hak mücadelesi yürüten herkesi polis ve jandarma baskısı, zindan gücü ve yasaklarla yıldırmaya çalışan ve adeta bir tür savaş kabinesi gibi hareket eden bir yönetimin, ülke ve halk açısından çok büyük badireleri davet ettiği, ülkeyi büyük çalkantılara ve bizzat kendilerinin sözünü etmekten kaçınmadıkları iç savaşa sürüklemekten kaçınmayacak bir “göz karartma”yla hareket ettiği, giderek artan şekilde daha çok kişi tarafından fark edilmekte; fark edildikçe de kaygılar artmakta ve bu duruma itirazlar bir biçimde dile getirilmeye çalışılmaktadır. 

Bu durum ve “gidişat”, gözünü ranttan alınan payın kararttığı ve mal varlıklarını artırarak kasalarını doldurup arazi kapatmalarla zenginleşen azınlık bir kesim için, belki de bir daha elde etme olanağı bulamaycakları bir vurgun durumudur. Ama, bu kesim dışındaki herhangi işçi ve emekçinin, siyasal iktidarın izlediği politikalarla toplumsal çelişki ve gerginlikleri daha fazla gerip keskinleştirmesinin; içeride halk kitlelerini birbirine karşı milliyet kökeni ve dini-mezhebi inanç farklılıkları üzerinden düşmanlaştırmaktan kaçınmamasının, dışarıda Katar aile şirketi dışında neredeyse dostluk ilişkisi olan ülke ve devlet bırakmayan saldırgan, müdahaleci-yayılmacı politikanın yarattığı potansiyel tehlikeyi görmezden gelip, “ben işime-ekmeğime bakayım” diyeceği bir durum değildir.  Bir işçi ve emekçi için gerekli olan, iktidar sözcülerinin yanıltıcı, hedef saptırıcı propagandasına takılıp kalmak değil, kendisi ya da iş arkadaşlarının veya başkaca fabrika, işletme ve iş yerlerindeki işçi ve emekçilerin devlet-hükümet ve kapitalist patronlarla yaşadıkları sorunlara; hak talebinde bulunduklarında ülke emekçilerinin ya da farklı etnik kimlikleri dolayısıyla Kürtlerin gördüğü baskı ve saldırılara bakmasıdır. İş ve ekmek kavgasıyla siyasal-sosyal haklar mücadelesinin birbirinden kopuk olmadığını; bir grev karşısında devlet-hükümet ve patronların tutumunun, grev ve direnişin suç sayılmasıyla OHAL ve KHK yasakları, görevden almaları, tutuklamaları, zindanlara doldurmaların aynı topraklarda, aynı halk(lar)dan insanları hedef aldığını; ve buna karşı çıkmanın insani ve gerekli olduğunu; ülkenin ve halkın baskıdan kurtulması için mücadeleden başka yol olmadığını; susmanın ülkeye ve kendine kötülük anlamına geldiğini  bilerek hareket etmediği sürece, bu cendereden çıkılmayacağını bilmek, içinde bulunduğumuz dönemde yurtseverliğin de gereği haline gelmiştir. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa