20 Haziran 2017 01:00

50 yıl sonra, 'Yollar yürümekle aşınmaz' tartışması yeniden!

50 yıl sonra, 'Yollar yürümekle aşınmaz' tartışması yeniden!

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz cumartesi günü medya kuruluşları sahiplerine ve üst düzey yöneticilerine “iftar” verdi. 

Her iftarda yaptığı gibi Cumhurbaşkanı, iftara katılanlara hem meslek dersi verdi, hem de bundan sonraki davranışlarının nasıl olması gerektiği, haberin ne olup olmadığını anlattı; dahası haberle gerçeği de karşı karşıya getirdi; “Söz konusu Türkiye’nin çıkarlarıysa gerisi teferruattır!” lafını basın özgürlüğü sınırı yaparak, aslında gazeteciliği de bitirdi! İftara katılan, gazeteciler de gazeteciliğin katledilmesini sessizce izledi. 

İftarın baş gündemi ise, Kılıçdaroğlu’nun ”Adalet Yürüyüşü” idi.

Bir yandan yürüyüşü küçümseyip “Yollar yürüyerek aşınmaz” diyen Cumhurbaşkanı öte yandan da yürüyüşçüleri eğer şunları yaparsınız “15 Temmuzcu muamelesi yaparız” diye tehdit etti. Yetmedi; eğer bu yürüyüş yapılıyorsa, “...iş şu an hukuki değildir...Gidişiniz şu andaki hükümetimizin bir inceliğidir, daha da ileri gidiyorum, bir lütfüdür...Sizin gibi 15 Temmuz’da da bunu yapanlar oldu. Sizin 15 Temmuz’dakilerden ne farkınız var?” diyerek, yürümeyi “hak” mı görüyor, “lütuf mu” görüyor yoksa 15 temmuz gibi “suç mu” görüyor; ucunu açık bırakıyor. Herhalde yarın bir soruşturma açılırsa; “Bu bir darbe girişimiydi” diyebilmek için!

‘YOLLAR YÜRÜMEKLE AŞINMAZ’ DİYENLER DEMOKRAT MI?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, medya yöneticilerine verdiği “iftar”dan sonra en çok tartışılan sözü, Süleyman Demirel’in Başbakanlığı günlerde (1968) artan sokak eylemleri karşısında söylediği; “Yollar yürümekle aşınmaz” lafını yinelemesiydi.

80’li yılların sonunda Demirel’in demokratlığı keşfedildiğinde bu söze liberalizmin “Bırakın geçsinler bırakın yapsınlar” tekerlemesi gibi, Demirel’in demokratlık yaftası yapıldı. 

Ama bu sözü Demirel, taleplerini elde etmek için sokağa çıkanları yürüyüş yapanların haklarına saygı duyduğu için değil, onları küçümsemek için, “Onlar ne derse desin biz bildiğimiz yolda yürüyeceğiz” diyerek yandaşlarına cesaret vermek için, hatta “İt ürür kervan yürür” demek anlamında kullanmıştı. O zaman da bu sözler böyle eleştirilmişti. Ta ki, 12 Eylül’den sonra Demirel “demokrasinin babası” ilan edilinceye kadar!  

Cumhurbaşkanı bugün Demirel’in sözlerini yinelerken, Demirel’in siyasetin sokakta yapılan boyutunu küçümsemesini de aşarak, bunu kendilerinin bir “lütfü olarak” gösteriyor. Dahası küçümsemenin yanında, “zamanı geldiğinde” onu bir “darbe girişimi” olarak da suçlamaya da hazır olarak!

PARLAMENTO TIKANIRSA POLİTİKA SOKAĞA KAYAR

Cumhurbaşkanı ve AKP sözcüleri, Kılıçdaroğlu’nun “Adalet talebi”yle yola düşmesini, “Adaleti aramanın yeri mahkemelerdir, parlamentodur. Yollara döküleme de ne oluyor?” diye eleştiriyor. 

Ama 1960’lı yıllarda da bugün de sokağın siyaset alanı olarak önem kazanması, ana muhalefet partisini bile sesini duyurmak için sokaklarda yürüyüş yapmak zorunda kalması, gündeme gelen sorunlara parlamentoda ve mahkemelerde çare bulamayacağını görmesiyle ilgilidir.

Siyasette sokağa, caddelere çıkarak yürüyenlerin, taleplerini haykıranların sayısının artması, daha önce sorunlarına parlamentonun çare bulacağına inanan kesimlerin, parlamentonun, yani vekiller arasındaki mücadelenin taleplerine yanıt veremeyeceğini görerek, bizatihi kendilerinin devreye girmesi gerektiğini düşünmeye başlamasıyla ilgilidir. Yani ister ana muhalefet ister şu veya bu partiyle ilgili olmadan bir talep etrafında birleşen kesimlerin alanlara çıkması, mücadelenin vekiller arasındaki bir mücadele olmaktan çıkarak, talebi olan kesimlerin bizzat “sahaya” çıkması durumudur. 60’lı yıllarda işçilerin; gençlerin, köylülerin çeşitli emekçi çevrelerin talepleriyle sokağa çıkmasının arkasında da 1965 seçimlerinde yüzde 50’den fazla oy alarak büyük bir güçle iktidara gelen AP’nin muhalefeti ezen, Meclisteki çoğunluğu kullanarak etkisizleştiren, çeşitli halk kesimlerinin isteklerinin Meclise yansımasını önleyen tutumu karşısında talebi olan kesimlerin kendi göbeklerini kendisinin kesmesi için sokağa çıkmasıydı.Bugün de ana muhalefet partisi CHP’nin pek alışık olmadığımız biçimde sokağa çıkması, partinin yerel örgütlerini sokağa kullanmaya çağırmasının arkasında parlamentoda CHP’nin bile politika yapmaz hale getirilmesi parlamentodaki tartışmaların “AKP-MHP koalisyonu ne derse o olur” fikrini güçlenerek, sorunların parlamentoda değil ancak talepler etrafında birleşen güçleri sahaya çıkmasıyla çözülebileceği fikrini güçlenmesiyle bağlantılıdır. Bu baskı CHP’yi de harekete geçirmiştir. Mahkemelerin partizan bir çizgide hareket ederek Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanının ağzına bakar hale gelmesiyle adalet fikri aşırı bir aşınmaya uğramıştır.  Parlamentoda önce HDP’nin eş başkanları dahil milletvekillerinin tutuklanması, kimi milletvekillerinin milletvekilliklerinin düşürülmesi, binlerce HDP yöneticisinin tutuklanması, parlamentonun meşruiyeti konusundaki kuşkuları artırırken, şimdi de bunlara CHP’nin etkisizleştirilmesi için yapılan girişimler eklenmiştir.

Berberoğlu’ya “müebbet hapis” verilip tutuklanması, basına olduğu kadar CHP’ye gözdağıdır. Ve artık parlamentoda etkin bir muhalefet yürütemeyeceğini gören CHP, kendisini “sahaya” atarak, muhalefet çizgisini yenileme amaçlı olduğu hissini de veren bir adım atmıştır. 

MUHALEFETİ ETKİSİZLEŞTİRMEYE ‘İÇ TÜZÜK’LE DEVAM!

Bütün parlamentoyu etkisizleştirme, sadece iktidarın istediği yasaları çıkarmak için değil ama muhalefetin sesini tümüyle kısmak üzere AKP-MHP koalisyonu şimdi “TBMM İç Tüzüğü”nün de değiştirilmesi için son hazırlıkları yapmaya başlamıştır.

Cumhurbaşkanı ve onun etrafındaki “çekirdeğin” tezi; “Mecliste muhalefet, TBMM İç Tüzüğü’nün açıklarını kullanarak yasaların çıkmasını zorlaştırmaktadır. Meclisin hızlı çalışması için TBMM İç Tüzüğü’nün mutlaka değiştirilmesi gerekir” biçimindedir. 

Hazırlanan iç tüzük değişikliği bunu içindir. Yani AKP-MHP koalisyonu, muhalefeti etkisizleştirmek ve kendi politikalarını dayatmak için iç tüzük değişikliği ile muhalefetin Mecilsteki alanını iyice daraltmayı amaçlamaktadır.  Bunun anlamı ise; yığınların önce muhalefetten başlayarak sorunlarının Mecliste çözülemeyeceğine inananların sayısının hızla artması, dolayısıyla işçilerin, emekçilerin, halkın elbette en bilinçli kesimlerinden başlayarak kendi talepleri etrafında birleşerek sokağa çıkması için çok daha ciddi dayanaklara sahip olduğu, bundan sonra da olacağıdır.Bu da sınıf partisi ve Türkiye’nin demokrasi güçlerinin mücadelesi bakımından, mücadelenin dezavantajları ve imkanları bakımından pek çok konuda yeniden değerlendirmeyi gerektirecek kadar önemlidir. Ki, tartışmayı çeşitli yönleriyle elbette bu köşeden de sürdüreceğiz. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...