30 Nisan 2017 01:00

Makbul gazeteciliğin sonu

Makbul gazeteciliğin sonu

Fotoğraf: Envato

Paylaş

16 Nisan sonrası neler olacak, hükümetin ve cumhurbaşkanının toplumun tek adam rejimine karşı çıkan yüzde 50’ye tavrı ne yöne evirilecek derken yandaş cephe karıştı (Yüzde 50 demem bölünmüşlüğe atıftan, yoksa referandumun meşruiyeti hâlâ sorunlu). 1 Kasım seçimleriyle kıyaslandığında bu büyük oy kaybının faturasının birilerine kesileceğini tahmin etmek zor değildi ancak medya üzerinden başlayacağı belli bu yeni dizaynın faturası ağır olacak.

Başlığa bakıp ‘Bu ne çelişki’ diyebilirsiniz. Eskinin makbulleri bugün medyadan uzaklaştırılıyorsa demek ki artık makbul değiller. Fakat o kadar basit değil, muhalif görünenin, eleştirenin hedef gösterilip kovulması eskidendi, paradigma değişti. 

İktidarın daha doğrusu Erdoğan’ın medyayla ilişkisi çeşitli dönemlere ayrılabilir. İktidara geldiği 2002’den sonra birkaç yıl medya patronlarıyla ilişkisi fena değildi. Güçlerinin farkında olduğundan, üstlerine gitmek yerine çeşitli ihaleler yoluyla kontrol etmeyi denedi. Ama o medyayla olmayacağı da belliydi, bu yüzden TMSF elindeki şirketleri kendisine yakın sermayedarlara aldırarak “yandaş medya” dediğimiz alanı bizzat inşa etti. Bu arada ana akımı elinde tutanlarla da çatışmaktan vazgeçmedi. Çatlak sesleri bizzat hedef gösterdi, işten attırdı. Havuçla bu iş olmayacak deyip sopayı çıkardı, akıl almaz vergi cezalarıyla onları küçülmeye, boyun eğmeye zorladı. Fakat hâlâ tepesinde bir askeri vesayet kılıcı sallanmaktaydı, ondan kurtulmanın tek yolu toplumun büyük kesiminin rızasını almaktı. AB adaylık sürecinde yapılan reformlar, açılım süreçleri bu rızayı elde etmenin en etkili yolu oldu ve meyvesini 2010 referandumunda verdi. Erdoğan artık konumunu sağlamlaştırmışken, toplumun farklı kesimleri de sorunları demokratik yollarla çözmenin hâlâ mümkün olduğunu düşünüyorken patladı Gezi. Ağaçları betona çevirmenin, yaşam tarzına müdahalenin, yüzünü batıya çevirmiş, AB adayı bir ülkede elbette karşılığı olacaktı. Ancak bu Erdoğan’ın tahayyülünün dışındaydı, bunu yakın çevresi de o günlerde öğrendi. Nitekim sert tavrını yumuşatmaya gayret edenlerin hiçbiri artık o konumda değil. 2004’te eski dostu Cemaatle karşı karşıya geldi. Enerjisinin büyük kısmını kendi kitlesini konsolide etmeye harcadı, yandaş medya ‘ihtiyaçtan’ havuz medyasına dönüştü. Bu arada Cemaat medyası da muhalif cepheye geçti. Toplumda oluşan derin kutuplaşmanın tehlikeleri görülmeye başlansa da bazı gazetecilerin Reis’in ileri görüşlülüğüne ve demokrasi taraftarı olduğuna inançları tamdı. Cemaatle mücadelede başarılı olundu ancak bu süreçte ortaya çıkan yolsuzluk iddialarının, çözüm sürecinin bitişinin faturası 7 Haziran seçimlerinde kesildi. Demokrasi, barış, özgürlükler derken neredeyse iktidar elden gidiyordu. CHP bundan sonra yaşanacakları o gün görseydi, ‘Çözümün böyle olmayacağını biz söylemiştik’ demek yerine barış için umut olabilseydi, medyaya yönelik baskıların sonucunun bugüne varacağını tahmin etseydi kırılma farklı yöne gidebilirdi. Gerçi milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırıldığı zaman da görmedi, bugün de görmüyor o ayrı. 

AKP’nin 7 Haziran sonrası başka bir mutabakat ihtiyacı doğdu. MHP ile yüzü gülmeyen milliyetçi seçmen en büyük adaydı. Zaten Kürtler 7 Haziran seçimlerinde “nankör” olduklarını göstermişlerdi. Yandaş cephenin demokrat yazarları bunu kanıtlamaya giriştiler. Çözüm olacaksa ancak Erdoğan’ın istediği şekilde olacaktı, dayanakları bugüne dek Kürt sorunu konusunda bu derece risk alıp adım atan tek liderin o olmasıydı. Biz onların manevralarını tartışırken şehirler yakılıp yıkıldı, yüzlerce insan öldü. Bunu göstermeye çalışan gazeteciler bir bir gözaltına alındı, ölüm tehdidi altında işlerini yapmaya çalıştılar. 

Gezi dönemiyle başlayan süreçte yaklaşık üç bin gazeteci işini kaybetti. Ve Erdoğan’ın 16 Temmuz’da “Allah’ın bir lütfu” diye tanımladığı darbe girişimi kontrolün tamamen ele geçirilmesine vesile oldu. 20 Temmuz’da OHAL ilanıyla birlikte 179 medya kuruluşunun kapandığını, işsiz gazeteci sayısının 10 bine çıktığını zaten biliyorsunuz. Geçtiğimiz hafta Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütünün yayımladığı Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye’nin 155. sıraya düşüşünün en önemli nedeni 15 Temmuz sonrası gazeteciliğin doğrudan ve kayda değer hiçbir gerekçe gösterilmeden terörizmle ilişkilendirilmesi. 

Reis gazeteciliği 

Araya böyle bir kısa tarihçe almamın sebebi paradigma değişimini daha iyi açıklamak. Erdoğan 2013 itibariyle artık medya patronları ya da gazetecilerle tek tek uğraşmanın yararsız olduğunu gördü ve doğrudan gazetecilik mesleğini hedef aldı. Bu iş ancak benim istediğim gibi, o tabii bunu “Vatanının, milletinin yanında olmak” olarak tanımlıyor, siz “Bana oy veren milletimin” şeklinde okuyun, yapılacaksa yapılacak çizgisine çekti. Gazeteciler eskiden de teröre destek vermekle suçlanırdı, ancak ilişkiyi kurmak için örneğin “Andıç” gibi kirli oyunlar tasarlanırdı. Şimdi artık yaptığınız bir haber ya da yazdığınız bir yazı bir iddianamede “Adeta terör örgütüne destek verir tarzda” yaftalamasıyla suç delili olabiliyor (bk. Cumhuriyet iddianamesi). Ve bir savcı ‘adeta böyle’dediği için aylarca cezaevinde yatabiliyorsunuz. İş “adeta”ya uzanınca çember de genişliyor. Yaptığınız herhangi bir eleştiri adeta “hayır”a destek verir tarzda yazı yazmaya kadar gidebiliyor. 

İktidar medyası içindeki kavganın tonu son zamanlarda hep aynı: “Reis biz seni çok sevdik, bu davaya inandık ama bizi kimler için harcıyorsun!” Parti kadrosu bir yana ama bir gazetecinin cumhurbaşkanına ‘reis’ diye hitap etmesi çok ilginç değil mi? Eskiden yandaş gazeteciliğin de bir raconu vardı. “Tarafım ben, gönül bağım var” deseniz de, o bağlar eski bağlar değil. 16 Nisan itibariyle iktidar medyasındaki her gazeteci “Acaba Reis beni harcayacak mı?” endişesiyle uyanıyor her sabah. Artık Erdoğan’ın adımlarını topluma anlatacak, meşruiyet zeminine oturtmaya gayret edecek makbul gazeteciliğe ihtiyaç yok. Zaman, o ne derse öyle yazacak, reis gazetecilerinin zamanı. En zoru kendi görüşleriyle çelişen politikalar söz konusu olduğunda bununla baş edebilmek, kolay sanmayın, propagandayla teşrikimesaisi olan psikoloji bilimi der ki reis gazetecilerinin de işi zor.

Yarın 1 Mayıs, yüzde 50 yine alanlardan mücadeleyi bırakmadıklarını haykıracaklar. Dışlanan gazetecilere tavsiyem “Gümüşsuyu’ndan gelmeyin” zira demokrasisine inandığınız iktidar, iki yıl üst üste kutlanmış ve kimsenin burnu kanamamışken, 2012’den beri Taksim’i güvenlik gerekçesiyle 1 Mayıs’a kapattı. Üstelik güvenlik zafiyetinin zirve noktası sayılabilecek 15 Temmuz sonrası insanlar bir ay boyunca orada toplanıp protesto haklarını kullanabilmişken.

Buraya kadar anlaşılmıştır ama altını çizeyim ‘reis gazeteciliği’ diye bir gazetecilik türü yok elbette, bu gazeteciliğin bittiği nokta. Bunun cefasını bizim kadar gazetecisiyle, okuruyla iktidar cephesi de çekecek. 3 Mayıs Çarşamba Dünya Basın Özgürlüğü Günü, gazeteciliğin her birimiz için ne kadar önemli olduğunun anlaşılması umuduyla, işini iyi yapmaya çalışan hapiste, ülke içinde ve dışında tüm gerçek gazetecilere kutlu ve selam olsun!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa