26 Şubat 2017 01:00

'Dingo'nun ahırı' ve hakikat arayışı

'Dingo'nun ahırı' ve hakikat arayışı

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Hayatımız film şeridi gibi gözümüzün önünden aksa unutamayacağımız enstantaneler olur. Benimkilerden biri 2011 mart başında Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklandığı gecedir. Sebebini hatırlamıyorum ama o gece adliyeye gidememiş, bilgisayar başında sürekli F5’e basarak kararın açıklanmasını beklemiştim. Bir türlü yenemediğim iyimserliğimle serbest bırakılacaklarını düşünüyordum, olmadı. Şık ve Şener bir yılı aşkın süre Silivri’de kaldılar. O enstantane son bir yıldır çok sık biçimde kendini hatırlatıyor. Çok sevdiğim, değer verdiğim nice gazeteci, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Şık ve Şener’in uzun tutukluluk sürelerinin “özgürlük ve güvenlik hakkı” ile “ifade özgürlüğünün” ihlali olduğunu belirtip Türkiye’yi mahkum etmesine rağmen aynı gerekçelerle, iddianamelerini cezaevinde bekliyor.

Ahmet Şık ancak absürt bir filmin konusu olabilecek sebeplerle 30 Aralık’ta yeniden tutuklandı. Geçtiğimiz hafta 2012’de odatv davası kapsamında tutuklu olduğu Silivri Cezaevi çıkışında söylediği sözler nedeniyle hakim karşısına çıktı. Duruşma günü itibariyle 53, sizin bu yazıyı okuduğunuz gün itibariyle 58 gündür tutuklu bulunan Şık’ın 2012 yılında Silivri’den çıkarken “Bu komployu yürüten polisler, komplonun yürütülmesinde görev alan hakim ve savcılar bizim çıktığımız cezaevine girecekler” sözleri nedeniyle 39 hakim ve savcı kendilerini hedef gösterdiği iddiasıyla şikâyetçi oldu. Hiçbiri duruşmaya gelmedi. Büyük bir kısmı zaten ya tutuklu ya da firari durumdaydı. Şık duruşmada “Ben gazeteciyim. Ben tehdit etmem, ben kehanette bulunmam. Somut olgular üzerinden hakikati yazmaya çalışıyorum, söylediklerim de bir hakikate işaret ediyordu, ki haklı çıktım” dedi. 

Cezaevindeki gazetecilerin yakından tanıdığım pek çoğu bugün yazabiliyor olsaydı kameralarını, mikrofonlarını Xerabê Bava/Koruköy’e çevirecek, ‘Orada ne oluyor’un peşine düşecek, köşelerinden hükümetin kendi vatandaşlarına işkence iddialarına cevap vermesini isteyecekti. Televizyonlar ve radyolar kapatılmasaydı tanıklıklara yer verecek, bundan 10 yıl sonra değil bugün, ne olduğunu bizlere aktarmaya çalışacaktı. İşsiz kalan gazetecileri Twitter hesaplarından değil gazetecilik normlarına uymasını beklediğimiz haberleri üzerinden takip edecek, bilgi almaya çalışacaktık. Bugün “Kime güveneceğimizi şaşırdık, türlü yanlış bilgi dolaşıyor” şikayetlerimizin ucu bize bilgi ulaştırmaya çalışanların cezaevinde olmalarına uzanıyor.

Türkiye dünyanın en büyük gazeteci hapishanesine dönüşmemiş gibi Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş geçtiğimiz hafta yeniden medyayı tehdit etmeye girişti. “Medya ve Terör” sempozyumunda konuşan Kurtulmuş “…Bu kadar terörle mücadele eden bir ülkede medya, Dingo’nun ahırı değildir. Herkes istediği gibi istediği şekilde medyada terör örgütlerinin lehine olacak şekilde işler yapamaz” dedi. Tam tersi medya herkesin girip çıkabildiği, açıkça şiddete teşvik etmedikçe herkesin yazabildiği, fikrini savunabildiği bir yerdir. Çünkü ifade ve basın özgürlüğü aslında tam da budur. Aksi medyada sansürün itirafıdır. Mardin Nusaybin’e bağlı Koruköy’e ilişkin işkence iddialarına ve fotoğraflara ilişkin “O yaşlı dediğiniz adam teröre ev sahipliği yapıyor” diyerek kendisini yargının yerine koyan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun ve hükümetin asıl yapması gereken, gazetecilere bu iddiaları araştıracak, haber yapacak ortamı sağlamaktır. Ahmet Şık’ın işaret ettiği gibi tehditlere, kehanetlere değil hakikate ihtiyacımız var.

KAMU DÜZENİ İÇİN PATLAYAN BALONLAR

İktidar kadar medyanın duyarsızlığı ve ayrımcılığı ile nicedir mücadele halinde Türkiye’de akademisyenler. Bu hakikat arayışı içinde gazeteciler gibi hedef haline geldiler, ihraç edildiler. Geçen hafta Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinin atılan hocaları ile dayanışmak için düzenlediği “PanHayır” etkinliğini polis bastı. Etkinlik sırasında çalınan Narcos dizisinin müziğinde geçen İspanyolca sözler Kürtçe sanıldı, polis dilini anlamadığı bir müziği propagandaya saydı, Kürtçe müzik dinlemek suçmuş gibi. Bir de ortamı süslemek için asılan balonları patlattı. Böylece öğrenciler mesela ihraç edilen Prof. Ülkü Doğanay’ın “Ayrımcılığa Karşı Dersler”inin pratiğini tecrübe etmiş oldu.

İktidarın gücünü tek elde toplamak için dozajını giderek artırdığı kutuplaşma, ayrımcılığı ve ayrımcılığa karşı duyarsızlığı da beraberinde getiriyor. Yıllardır bununla mücadele eden, ayrımcılığa uğrayanın sesi olan gazeteciler ve onları yetiştiren, destek veren akademisyenler hapse atılıyor, işsiz bırakılıyor, itibarsızlaştırılıyor. Bu bilinçli politika aslında bir taraftan ileride çok daha ağırlarına tanık olacağımız nefret söyleminin bir ileri aşaması olan nefret suçlarının da habercisi. Bugün bizi gündemden uzak tutup eğlendiren balonların da patlatılması yakındır, ayrımcılık, nefret söylemi ve nefret suçlarına karşı duyarlı ve çok dikkatli olmak lazım.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...