21 Şubat 2017 01:02

Barış, güvenlik, refah ve istikrar için hayır!

Barış, güvenlik, refah ve istikrar için hayır!

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Barış İçin Akademisyenler Bildirisi yayınlanalı aşağı yukarı bir yıl oluyor. Binlerce imzacı bir yılda türlü saldırılara maruz kaldı. Ülke siyasetini takip eden herkes gibi imzalarken bu saldırların gerçekleşeceğini tahmin ediyordum elbette. Daha birkaç ay önce Cumhurbaşkanımız önce fiilen anayasanın geçersiz olduğunu ilan edip ertesi gün katıldığı bir asker cenazesinde tabutun üstüne elini koyup halktan fedakarlık talep etmişti. Tabut başında ağlayan babanın gözyaşları, iç çekişleri nutkun yükselen sesi içinde duyulmaz olmuştu. 

Ekonomik krizlerden ötürü hayatımız egemenlerimizin fedakarlık talebiyle geçti. Hayali ihracatçıların, naylon faturacıların, banker Kastellilerin, Yahya Demirellerin, türlü soyguncuların faturasını ödemeye alışmıştık. 90’lı yıllarda da vatan sağolsunlarla, Allah başımızdan eksik etmesinlerle, devlet zeval görmesinlerle gömdü millet evlatlarını. Ancak yanılmıyorsam ilk defa bir siyasetçi seçim kampanyası başlatırken halktan evlatlarının hayatını talep ediyordu. Üstelik karşılığında halktan destek beklerken. En azından evvelden seçimde yeşil kart, iki anahtar vadederlerdi. Şimdiki vaat bu mu?

Nasıl olur da bir siyasetçi bir toplumdan gençlerinin hayatını talep edebilir? Hangi ana baba uygulanan siyaseti sorgulamadan “Tabii al çocuğumu ölüme yolla” diyebilir? “Bu siyasetin amacı nedir? Alternatifi var mıdır? Tek çare bu mudur?” diye sormadan hangi ana baba çocuğunun ölümüne açık çek verir? 

Önümde Yalçın Akdoğan’ın açılım süreci üzerine kitabı duruyor. Başlığı şöyle: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” Aynen alıntılıyorum: “En masum insan haklarının gelişmesine müsamaha edemeyen anlayış, kabul edilebilecekleri reddederken, ileride kabul edilmeyeceklerin kabul edilmek zorunda kalacağı bir ortamın oluşmasına sebep oluyordu... Çözümsüzlüğü çözüm olarak gören anlayışın hatası, meselenin daha dramatik şekilde tırmanmasına sebep olmaktı. Hükümetin girişimi, işte bu kötüye gidişi durdurmaya, sistemi normalleştirmeye, birlik ve bütünlüğü geliştirmeye yönelikti.” Yani Akdoğan’a göre askeri harekatlar Kürt sorununu iyice derinleştirmiş, çözmek bir yana büsbütün derinleştirmiş, hatta ülkenin birliğini tehdit eder hale gelmişti. Pekiyi ne oldu da AKP iktidarı müzakere ve demokratik yollar yerine çatışmayı seçti? Ne oldu da yaşaması için insanın yaşamasını şart koşan bir devlet anlayışı birden devletin yaşaması için insanın ölmesi gerektiğini vaaz etmeye başladı? Daha önemlisi nasıl oldu da çoğunlukla çözüm sürecini desteklediği söylenen halk birden çocuklarını feda etmeye çağrısına oy verdi?

7 Haziran’da mecliste çoğunluk elde edemeyen AKP’yle, HDP’nin arkasına düşmeyi kabullenemeyen MHP’nin parlamento dışındaki Sedat Peker, Doğu Perinçek ve nihayet Mehmet Ağar’la kurdukları ittifak kendilerini mutlak iktidara yerleştirecek bir siyaset mahkum etmek için ülkeyi bir korku –Fransızcasıyla söylersek terör– ortamına sürüklediler. Haziran’dan sonra Kasım seçimlerine doğru şunları duymadık mı: “Haziran’da seçmen kaosa oy verdi”, “Kasım’da AKP tek başına iktidar olmazsa kan gölüne dönecek ülke”. 

Ne oldu? O tarihten beri kaç vatandaş hayatını kaybetti? Kaos bitti mi? Kan durdu mu? 2016 Aralığında Diken sitesi son bir buçuk yılda 33 bombalı saldırıda 363’ü sivil 461 kişinin hayatını kaybettiğini bildiriyordu ( http://www.diken.com.tr/bir-bucuk-yilda-33-bombali-saldirida-461-kisi-hayatini-kaybetti-363u-sivil ). Hangi olay aydınlandı? Hangisinin failleri cezalandırıldı haberiniz var mı? 

Çözüm sürecini sona erdirmeye bahane edilen Ceylanpınar olayına bakalım örneğin. Evrensel’in 20 Ağustos 2016 tarihli haberi şöyle: “Çözüm sürecini bitiren cinayetler olarak anılan, Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinde iki polisin evinde öldürülmesiyle ilgili davada tutuklu bulunan sanıkların avukatlığını yapan Hüseyin Akay önceki gün gözaltına alındı. Akay’ın gözaltına alınması ile beraber Ceylanpınar olayı adeta düğüm haline geldi. Zira skandallarla dolu olan davada olayı soruşturan hakim ve polisler darbe girişiminin ardından tutuklanmıştı. Geçtiğimiz gün, HDP’nin Ceylanpınar olayının araştırılması için verdiği önerge de AKP ve MHP’nin oylarıyla reddedilmişti.” 12 Ocak 2017 tarihli haber ise şöyle: “Urfa 2’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde 2 polisin öldürülmesi ile ilgili 4’üncü duruşma görüldü. Duruşmada polislerin kapı komşusu olan Murat Abir, Lütfi Abir ve DBP Ceylanpınar ilçe yöneticisi Ömer Kılıç tahliye edildi. Mahkeme heyeti yeni tanıkların dinlenmesi için bir sonraki duruşmanın 5 Nisan 2017’de yapılmasına karar verdi.”

Yani: Çözüm sürecine son vermeye sebep gösterilen suikastin hâlâ kimin tarafından işlendiği, örgütlendiği belli değil. İyi ki kaos gelmedi! Ya bir de geleydi! Allah’tan şimdilerde yüzünü unuttuğumuz Ahmet Davutoğlu Kasım’da oyları aldı da özgürlük, güvenlik, istikrar ve ucuzluğa boğulduk! Sahi Kasım seçimin galibi Davutoğlu neden istifa etti? Seçim galibinin istifa ettiği nerede görülmüş?

Demokrasi iddiası olan herhangi bir memlekette bütün bunlar siyasi eleştiriyi hak eder elbette. Ancak bana Barış Bildirisi’ne imza ettiren nedenler bunlar değildi. Sokakta evine ekmek götürmeye çalışan ihtiyar bir dedenin cesedinin görüntüsüydü, yerlerde sürünen cesetler, bodrumlardan çıkan çocuk kemikleriydi. Sorumluluk sahibi hangi üniversite üyesi böyle bir manzara karşısında itiraz etmez, iktidar sahiplerini anayasaya, kanunlara, insan haklarına davet etmez!

Yedi gün boyunca sokakta anasının ölüsünü alamayan oğulun mektubuna kim bigane kalabilir: “Bir insan bir insana ne kadar acı çektirebilirse devlet de -yani AKP Hükümeti- bize yedi günde bunu yaptı. Tam yedi gün annemizin cenazesi sokak ortasında kaldı. İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor. Annemin elleri kaskatı olmuş ve öyle sıkmış ki eşarbını belli ki canı hayli acımış. Öptüm ellerinden helal et hakkını diye. Ama kanı kurumuş annemin; elleri, yüzü -ki yüzü düşerken toprak olmuş- elbiseleri kandan ıslanmış, sonra da kurumuş, sonra taş olmuş annemin. Kokusu gitmiş, toprak ve kan kokuyor annem. Saçları sertleşmiş, kirlenmiş. Annemin canından can almışlar Allah’a inananlar. Gözleri açık kalmış annemin, yüzü eve dönük, ayakları toplanmış; bir takat gelsin diye belli ki çabalamış.” ( http://www.haberler.com/sezgin-tanrikulu-taybet-inan-in-oglunun-yazdigi-8034295-haberi )

İşte buna itiraz ettikleri için cezalandırılıyor akademisyenler. Ses çıkarmasınlar, alternatif politikaları dile getirmesinler, anayasa ve kanunlara aykırı bir şekilde öldürülen vatandaşlara sahip çıkmasınlar diye düşman ilan edildiler. “Kürt ölünce sesiniz çıkıyor, Türk ölünce susuyorsunuz” diye iftiralar, yalanlar atıldı barış talep edenlere - sanki barış sadece Kürtler’e barışmış gibi. Kan dökülmesin, kimse ölmesin, bu ülkede kardeşçe eşit ve özgür yaşayalım diyeydi halbuki imzalar. Yaşayan ölüler ülkesine dönüşmeyelim diyeydi çabamız. Kupon araziye değil hakikat ve adalet arayışınaydı sadakatimiz. Düşmanlaştırıldık, savaşın hedefi haline geldik.

Twitter’da Nusaybin’deki özel harekat güçlerinden geçildiği iddia edilen görüntülere bakıyorum şimdi. Yine ceset görüntüleri. Ulaşılamıyan Kuruköy (Xerabê Bava). Kime ne oldu acaba? Twitter Türk’ün Kürt’e üstünlüğü yorumlarıyla dolmuş taşmış. Bunun için mi ölüme yollamamız isteniyor evlatlarımızı? Türk’ün Kürt’e hakim olduğunu kanıtlamak için mi? Üç hilalli yorumcular dalga geçmişler doğruysa herhangi bir kanun devleti için utanç vesilesi olacak görüntülerle. 10 Ekim’de IŞİD bombalarıyla can veren barışseverlerin “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganına atfen “Yaşasın Halkların Kalleşliği” yazmışlar. Elinizi vicdanınıza koyun kim bölücü?

Nereye gidiyoruz bilen var mı? Şiddetin, terörün biteceğine, ekonominin düzeleceğine umudu olan var mı? Nusaybin’deki birlikler kendilerinden önce Suriye’ye doğru ilerleyenlerin başına gelenlerden haberdar mı? IŞİD’in yakaladığı askerleri çıra gibi ateşe verdiği görüntüleri gördüğümde bir hafta uyku girmemişti gözüme. Gençlerden biri “Anne” diye ağlıyordu yanan vücuduna, ellerine, acılı ölümünün kaçınılmazlığına bakarken. 

Suriye’de ölen Uzman Çavuş’un babasının cenazedeki fotoğrafına bakın. Hamaset dolu gazeteler asker yakınlarının sesini tamamen kısmış. İnternette aranıp taranınca çıkan bir haberde şöyle diyor bir asker yakını:

“Söyleyebilecek hiçbir şey yok ki? Var mı? Ne için savaştığımızı bilmiyoruz ki! Onu çıkıp bir yığın insan anlatamıyor. Anlatamıyor. İkna edemiyor insanları. Söyleyemiyor. Kimin için ve ne için savaşıyoruz? Bu çocuklar niçin gidiyorlar? Geçmişte Doğu’dan gelen şehitlerimiz vardı. Bir de el Babımız çıktı, Suriyemiz çıktı. Söyleyebilecek başka hiçbir şeyim yok.”

( http://www.abcgazetesi.com/iste-savasin-gercek-yuzu-babanin-sirtinda-ayni-gomlek-ayni-yelek )

Birileri bizi ateşe verdi, biz akademisyenler çığlık attık ama ateşi durduramadık. Kaosa, teröre, krize son vermek halkın elinde. İşte bunun için büyük ve kocaman bir HAYIR!
 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...