01 Şubat 2017 01:00

Panopticon... Gözüm üstünüzde

Panopticon... Gözüm üstünüzde

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Önceki haftadan, Çin İşkencesi(*) başlıklı yazıdan devam ediyorum.
‘Kısmetse haftaya’ demiştim. Kısmet değilmiş. Olmadı. Randevuma –yine- gelemedim. Pardon. 
Hal bu iken, kısaca hatırlatmak daha elzem oluyor.   
Diyordum ki o harfiyat’ta:
Baskı ve zulüm ‘damla’larına maruz bırakılan halka, Çin işkencesi yapılıyor…
Kanun hükmümde kararnamelerle işten atmalar…
Gözaltı/tutuklama furyaları toplumda, ‘sıra bana ne zaman gelecek’ endişe ve eziyetine yol açıyor…
Sadece mürekkep yalamışlarla, hatta muhaliflerle sınırlı kalmayan, toplumun çeperlerini saran bu korku ve eza halinden misaller vermiş…
Sıradan insanların sahici tecrübelerinden kesitler nakletmiştim. 
Toplumsal paranoya haletini, iktidarın iktidar etme tekniğinin yarattığını savunmuştum.
Michel Foucault’nun gün ışığına çıkarıp “iktidar teknolojisi” olarak ele alıp analiz ettiği ‘panaopticon’ ile devam edeceğimi yazmıştım.
Öyleyse kaldığımız yerden yürüyelim…

İKTİDARIN BÜTÜNÜ GÖZETLEME YÖNTEMİ

İlkin altını çizeyim.
Taner Timur Hocamızın tarifiyle, “… devamlılıkların ve tutarlılıkların değil, kopuşların filozofu”(**) Foucaultanaliz ve tartışmasına niyetlenmedim. 
Kaldı ki onu becerebilir miyim, doğrusu pek emin değilim.
Lakin şu kadarını bilirim. Foucault’yu, panopticon çözümlemesine indirgemek, düşünürümüzü ziyadesiyle basitleştirmek olur.
Zira O, ‘panopticon’dan ibaret değil.
Fakat bizim Michel Bey’le burada alakamız kendisini ‘panopticon’ bağlamında anmaktan ibaret. 
Sadede gelirsek…
Nedir bu pan-opticon “zamazingosu”? 
Bütünü gözetlemek. Kelime anlamı bu. 

POLİS TOPLUMUNUN MİMARİSİ

Hikayesi?
Foucault, savunageldiği, her yerde ve görünmez olan iktidarın gözlerinin peşindedir her daim… 
Ve geçmişteki ayak izlerinin keşfine çıkar… 
Hastane mimarisini inceleme niyetiyle dolaştığı tarihin koridorlarında rastlar ‘panopticon’a.
Panopticon, hapishane mimarisi… dir.
“Polis toplumunun Fourier”si Jerremy Bentham’ın icadı. 
Bentham’ın ‘panopticon’una, bütününü gözetleme gayesine dayalı hapishaneler, 18. yüzyıl sonundan itibaren inşa edilmeye başlanır. 
Egemen sınıf-ların ceza sistemine makas değiştirecek kadar radikaldir, Bentham’ın hapishane mimarisi.
Nasıl? 

O GÖZ HEP ÜSTÜMÜZDE DUYGUSU

Foucault anlatsın ‘panopticon’u
“Kural şudur: Çevrede, halka şeklinde bir bina: Ortada bir kule; kulede açılmış olan geniş pencereler halkanın iç cephesine bakmaktadır. Çevre bina hücrelere ayrılmıştır, hücrelerin her biri bina boyunca derinlemesine uzanır. Bu hücrelerin iki penceresi vardır. Biri içeriye doğru açıktır. Kulenin pencerelerine denk düşer; diğeri dışarıya bakarak, ışığın bir baştan bir başa hücreyi katetmesini sağlar. Bu durumda merkezi bir kuleye bir gözlemci yerleştirmek ve her hücreye bir deli, bir hasta, bir mahkum, bir işçi ya da öğrenci kapatmak yeterlidir.”(***)
Kritik olan şu:
Arkasına ışığı alan mahkum, kuledekinin kendine baktığını-bakmadığını göremez…
Ama bilir; her daim ‘o’ bekçi oradadır… Ve mahkum göremese de kuledeki onu görüyor (olabilir)…
Her an izliyordur ya da izliyor olabilir…

‘YA BENİ İZLİYORSA?’

‘Ya beni görüyorsa?’
Öyleyse her an baktığını/gördüğünü varsayarak yaşamak…
Ceza almasına yol açacak hal ve hareketlerden uzak durmak…
Bakmasa da bakıyor olduğunu içselleştirip, oto kontrol sağlamak…
Panopticon’a kapatılanın yapması gereken bu…

‘DIŞARI’DA DA BÜYUK GÖZALTI MODELİ'

Yalnızca mahkum mu?
Düşünürümüzün son cümlesine dikkat:
“… bir işçi, bir deli, bir hasta, bir mahkum...”
Tarihte hastane mimarilerini araştırırken panopticon tarzı hapishane mimarisine rastlar, Foucault.
Ve panopticonun sadece hapishane olmadığını tespit eder…
Okul, hastane, tımarhanedir aynı zamanda, panopticon… ‘Dışarı’sıdır.
Büyük kapatma ve gözetlemenin iktidar teknolojisidir. Yönetme stilidir.
Panopticon tipi hapishane gözetim ve yönetimi, giderek tüm toplumun yönetim ve gözetim tekniği haline gelir.  

ISLAH EDİLMİŞ RUHLAR, İTAATKAR BİREYLER

‘Panopticon’daki kural ‘dışarı’sı için de geçerli:
“Ruhu ıslah etme” aracı olarak gözetlemenin amacı “itaatkar ve yararlı” bireylerden oluşan toplum yaratmak…
Panopticon mimarisine göre yapılan hapishanedeki gözetleme kulesinin yerini, ‘dışarı’da iktidar aygıtlarıyla otorite alır. 
Otorite merkezli denetim ve kontrol mekanizmaların sarmalı içinde toplum disipline edilir.
Gözetleme ve gözetleniyor hissi daim kılınır. Empoze edilir. Gaye yurttaşın içselleştirmesini sağlamak-tır. ‘Büyük göz’altı duygusu aşılanan insanın merkezkaç eğilim/düşünce ve eylemleri törpülenir…
Körelmesi beklenir.

OTO KONTROL: İKTİDARA KENDİ KENDİMİZİ ZİMMETLEMEK

İkna, baskı ve ceza… kıskacı altında “zararlı” davranışlardan caydırılarak birey, hizaya sokulur…
Gözetlenen/gözetlendiği zehabı yaşatılan insan bireyselleştirilerek içine kapatılır…
Yetmez… 
Çevresine; arkadaşına, komşusuna, ailesine, öğretmenine, imama, patronuna zimmetlenir…
İktidar/otorite namına...
Yetmez…
Onların/çevrenin ve otoritenin gözetim ve denetim kıskacında, giderek kişi kendisine zimmetlenir...
İktidar/otorite namına…
Otosansür/denetim sayesinde makbul vatandaş olarak sürüye karışır. Parçası haline gelir.
O artık çobanına itaati bellemiş, içselleştirmiş, norm sopasının inip kalkmasıyla terbiye edilmiş…
O artık milli irade olarak baş tacıdır…
Anlatılan bizim de hikayemiz değil mi?

HAYIR! MECBUR DEĞİLİZ ABLUKA ALTINDA YAŞAMAYA

Peki dibine kadar yaşamaya mecbur muyuz?
Elbette hayır!
Masmavi koca göğün altında, bizi ittirdikleri ‘dışarı’daki hücrelerimizden çıkmakla başlayabiliriz…
Korku duvarlarının arkasında yalıtık bireyler olarak yaşamaya hayır! çekip hayata karışmakla devam edebiliriz… 
Saray’ın sırtını sıvazladığı “kendinde irade” olmaya hayır restiyle, “kendimiz için irade” olarak irademizi örgütleyebiliriz…
İktidarın, otoritenin nesnesi ‘kendinde insan’ olmaya hayır, ‘kendisi için insan’,
‘Kendisi için toplum/halk…”
“Kendisi için işçi sınıfı” olarak yaşamımızın özneleri, geleceğimizin mimarları olmak için “hayırlı sabahlar” komşu selamlaşmasına ihtiyacımız var… 
Sadece istemekle yetinmezsek, yapabiliriz!
----------------
(*) 18 Ocak 2017,https://www.evrensel.net/yazi/78303/cin-iskencesi
(**)Taner Timur, Felsefi İzlenimler, İmge Kitabevi, s. 64
(***) MichelFoucult, İktidarın Gözü, Ayrıntı Yay., s. 86)

NO NONO! REKLAMCI MÜFREZESİ KAZANMAYACAK!

Komünist Edebiyatçı Anna Seghers, “Sanatın gücünü bildiğimiz için sorumluluğumuz büyük” der.
‘Der’ dememe... Kesin ifademe bakmayın. Tam cümlesi böyle miydi, nerede okumuştum hatırlamıyorum.
Meali buydu ama. 
Seghers’ı anmam boşuna değil. 
Onun “Sanatın gücüne…” dair tespitini medyaya teşmil etmeye cüret edeceğim. 
Biraz revize ederek şöyle formüle etsem:
Medyanın gücünü ve etkisini bildiğimiz için medyayı halka karşı sorumlu davranmaya zorluyoruz. 
Yanlış mı?
Doğru. 
Lüzumsuz gibi görünen bu girizgah, açık söyleyeyim şunun için:
Aşağıda yazacaklarıma “Ama medyanın muazzam kudreti …” hatırlatmalarıyla itiraz edeceklere, sakın yeltenmeyin, demek için…
Evet… Medyanın… Reklamcılık olarak medyanın… Sinema olarak medyanın… Mizah olarak medyanın… 
Malum dünya hallerinde tüm segmentleriyle medyanın güç ve etkisine paha biçilmez… 
Amenna!

MEDYA HER ŞEY DEĞİL

Hadi, medyayla devrim yapılmaz filan diyerek, ekstreme çekmeyeceğim mevzuyu ama… 
Reklamcılarla seçim de referandum da kazanılmaz, diyeceğim…
Ki… İş bu yazı zaten buna istinaden yazıldı. 
Haksızlık etmeyeyim. En az benim kadar herkes biliyor bu gerçeği.
Lakin belki de bi’çare hissetme halimizden, sanki maksadımızı aşan beklentilere sevk edecek “aşırı” yorumlar yapılıyor (gibi)…
‘No’filminden hareketle ‘hakikat’ zorlanıyor sanki…
No?
Şili’de Pinochet’nin 15 yıllık diktatörlüğünün ayağını kaydıran referandum başarısın konu eden film…
Üç beş gün önce izledim. 
Görenler bilir; filme göre, Şili’de Pinochet’ye karşı ‘Hayır’ın zaferi tamamen reklamcıların marifeti!
Geçmişe, acı ve zulümle dolu geçmişe değil, kitlelerde umut yaratacak, geleceğe odaklanan ve elbette zeki, çevik ve mizaha yaslanan neşeli, keyifli mesajlarla seslenen reklam stratejisi… 
Pinochet’ye diz çöktüren bu!

BİZ O FİLMİ OYNADIK BE!

ÖDP’liler kızmasın… 
İzlerken filmi, Ufuk Uras dönemini, ilk ÖDP’yi hatırladım…

Geleneksel olan, asık suratlı addedilen, iç karartıcı, “itici” sol refleksin dışında ‘yeni’, esprili, güler yüzlü, keyifli mesaj ve mizanpaj peşindeydi, o “Parti olmayan parti”; sol liberal ÖDP…
Zamanın mizah dergisine, –galiba Leman’a- bile mevzu olmuştu: 
En güzel espri yarışması kuyruğunda ÖDP’liler…karikatürüyle.
O esprilerden hatırınızda kalan var mı?
Ama Gezi’nin ‘bağzı’ mizah ürünleri pek unutulacak gibi durmuyor!
Sokakta… Mücadelenin içinde, sahiciliği yansıttığı için olabilir mi?
Uzatmayayım… 
AKP 15 yıllık iktidarını medyaya borçlu değil…
Hayır; bugün medya karteline sahip olmasını haldeki iktidarına borçlu…
Keza, siyasal İslam mizahı iyi kullandığı için dünya kuvveti haline gelmedi…
Bizde ve dünyadaki sol/sosyalist etkinlik dönemleri için misal vermeye gerek var mı!

REKLAMCI MÜFREZELERİ KURALIM AMA…

Hülasası… 
Şili’de referandum zaferi esasen reklamcılık cinliğinin başarısı değil; o başarı Şili’de yıllarca süren meşakkatli mücadelenin omuzlarında filizlendi.
İcat edilmedi. (bk. Soner Torlak’ın yazısı, 29 Ocak 2017, Evrensel Pazar, https://www.evrensel.net/haber/305922/sili-referandumu-bir-fasizmin-kaza-sonucu-olumu) 
No! Filmi, ‘Şili’de referandum keyifli ve umutlu reklam stratejisinin ürünüydü’, mesajı verdiği ölçüde hakikatten uzaklaşıyor…
Kıssası:
Evet yapalım… Başkanlık diktasına hayır için medya/iletişim gerillaları kuralım…
Reklamcı müfrezeleri örgütleyelim…
Zulamızdaki esprileri patlatalım, yaratıcılığımızı coşturalım, iktidarı mizahımızla paralize edelim…
Orantısız zekamızı sokağa taşıralım…
Referandumu hayır şenliğine çevirelim…
Yapalım…
Ama bilelim: 
Reklamcı müfrezeleri kazanmayacak son tahlilde referandumu…
Reklamcı/sinemacı arkadaşlarımızı kaldıramayacakları yükün altında ezmeyelim…
Medyanın ‘Hayır’ın göreli kampanyamızda; yeter! 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...