Şehitler: Büyük ticaret borsasında kaybedilen 'meçhul' canlar
Fotoğraf: Envato
“Büyükleri” bilmem ama “küçükler” çabuk unutuluyor. Halen devam eden Irak işgaline tanıklık eden gazeteci R. Fisk “Morga o kadar fazla ceset getiriliyor ki, yer olmadığından bunlar üst üste yığılıyor” diye yazıyordu.
Sadece Iraklılar arasında değil, ABD ordusunda ölenler de gencecik çocuklardı: “Oğlum, bir hiç uğruna öldü; George Bush ve onun habis çetesi ve bir de onların vurdumduymaz politikaları yüzünden öldü” (Cindy Sheehan, Asker Annesi, 2005).
Irak işgalinde, Libya işgalinde işgalciler unutturulmuş, işgaller kardeş savaşlarına dönüştürülmüş durumda. Dahası bugün sadece Afganistan ve Irak değil Yemen, Suriye, Türkiye de yanıyor. Şehirler kasabalar neredeyse haritadan silinecek derecede yerle bir ediliyor. İstanbul, Kayseri, Diyarbakır, Mardin, Cizre, Halep, El-Bab…
İşgaller, savaşlar herkesi yakmıyor, en çok çaresiz yoksul gençleri yakıyor. On beşinde, yirmisinde tüfeğe mermi sürer gibi gençleri ölüme sürüyoruz. Ateş düşmeyen köy kasaba, bir yakınını kaybetmeyen yoksul kalmadı gibi.
Dahası güvensiz ortamlarda, yaşam riski bulunan ortamlarda, küçük çocukların annelerinin kucağına sokulması gibi herkes daha bir ailesine, sülalesine, tanıdığı bildiği aşiretine, etnisitesine, mezhebine, memleketine dönmek zorunda kalıyor. Her ölüm her birimizi daha da koparıyor, kendi küçük dünyalarımızda küçük güvenli sığınak arayışlarını daha bir artırıyor.
Her ölümle birlikte kardeşlik, “ideal birliği” daha da bozuluyor.
Ana soru şu ki kim kimi niye vuruyor, niye öldürüyor, niye ölüyor?
Bir Bağdatlının, bir Haleplinin, bir Diyarbakırlının, bir Aydınlının birbirini vuracak kadar birbiriyle derdi olamayacağına göre hiç tanımadığı köylerde kasabalarda niye birbirini vuruyor?
Ana soru şu ki, kim kimi vurduruyor?
En son Rus elçisi vuruldu. Adı sokağa verilecek. Milyonlarca “küçük” “meçhul asker” anıtlarında yatıyor. Onların kategorik adla şehitlik dışında artık adları bile yok.
Ölenler ve öldürenler en görünürü de “Kimin vurulacağına, kime vurdurulacağına, ne için vurulacağına, bu vuruşturmadan sonra nelere el koyulacağına, ne elde edileceğine, ganimete kimin el koyacağına kimler karar veriyor?”
Eskiden daha saftı işler, şimdi daha görünmez kılındı.
Tımar sisteminde savaşa katılan her aşiret hangi ova veya yaylakların alınacağını az çok bilir, karşı tarafa üstün gelinirse alınan koyun kuzu ve yaylaklardan belli bir pay elde ederdi.
Hatta her bir askere belli bir ganimet düşerdi. İmparatorluk ayrıca düzenli bir vergi-gelir garantilemiş olurdu, hem şan-şeref hem de iktisadi olarak genişlerdi.
“Modern” çağda bırakın askerleri, bürokratlara subaylara bile ölümden ve ağır bir vebalden öte pek bir şey düşmüyor.
O halde vurduran, bunun ticaretini simsarlığını yapan kim veya kimler?
M. Weber’e göre “Emperyalist kapitalizmin çıkarlarının ne kadar frenlenebileceği, her şeyden önce, pasifist kapitalist çıkarlara kıyasla emperyalizmin kârlılık derecesine bağlıdır. (…) Bir yerdeki tekelci kâr olanaklarını, bir devletin kendi üyeleri için garanti altına almasının en sağlam yolu, o ülkeyi işgal etmek ya da en azından ‘protektorat’ gibi bir şeyler kurarak o ülkeyi egemenlik altına almaktır. Bu nedenle, ‘emperyalist’ eğilim, salt ‘serbest ticaret’i amaçlayan ‘pasifist’ yayılmacılık eğiliminden ağır basar”.
Weber de Marx’tan farklı bir şey söylemiyor, Eisenhover da, Bush da onlardan farklı bir şey söylemiyordu. İşgaller üzerine çalışan aklı başında hemen hiçbir araştırmacı pek farklı bir şey söylemiyor: “Ülke çıkarı”, “üstünlüğün sürdürümü” adına, büyük sermaye gruplarının çıkarları için şiddet ve yayılmacılık mübah sayılıyor.
“Ordunun kendi donatımını kendisi sağladığı durumlarda “Sanayileri, savaştan çıkar sağlayanlar ve barıştan çıkar sağlayanlar olarak ikiye ayrılmıştı. (…) o zaman bile büyük özel ticari depolar (ki ‘fabrika’ denirdi) her şeyden önce silah depoları idi. (…) Bankalar da… imalatçılar da… başarılı savaşlar kadar yitirilmiş savaşlarda da… çıkar sağlar. Bu çıkar, siyasal düşmanlar da dahil, bütün dünyaya fabrikaların ürünlerini pazarlamaya iter onları” (Weber, 1987[1922]:164).
B. Brecht’ten: “Bu gelen savaş ilk değil/ Çok savaş oldu bundan önce/ Bittiği gün en son savaş/ Bir yanda yenilenler vardı gene/ Bir yanda yenenler vardı./ Yenilenlerin yanında/ Kırılıyordu halk açlıktan/ Yenenlerin yanında/ Halk açlıktan kırılıyordu.“
Her birimizi bir kardeşine kırdırmanın yolu ise onları birbirine yabancılaştırmaktan geçiyor: “Zalimliğin en zalim yanı, kurbanlarını yok etmeden önce insanlıktan çıkarmasıdır. Ve en zor mücadele, insanlık dışı koşullarda insan
kalabilmektir” (Z. Baumann, 1997).
- Köy Enstitüsü farkı, şehre ve geleneğe uymazlığı: Hümanist, yararcı, bütüncül köy rehberi 19 Nisan 2024 04:47
- 31 Mart Yerel Seçimleri: AKP'nin dinci eğitimine karşı bilgi ve özgürleşme talebi 05 Nisan 2024 04:47
- İmtiyaz/kapitülasyon, rantiye veya mütaşerik otoriterlik: Peker, Ağar, Erdoğan, Altınok, Kurum, İmamoğlu… 29 Mart 2024 04:46
- Fütüvvet teşkilatı: Meslek lisesi değil dinci fedailik ocağı 22 Mart 2024 04:57
- AKP ve MEB mesleki eğitimin sırrını çözdü: Fütüvvetnameler ve baş ahilik dönemi 15 Mart 2024 04:43
- Patriyarka ve öğrenci açlığı sorunu: Niteliksiz okullar, meteliksiz veliler, kadınlar, çocuklar 08 Mart 2024 05:05
- Türkiye'de felaketlerin faktörlerinden öte aktörleri kimler? 01 Mart 2024 04:46
- Felaketler çağı ve Türkiye'nin felaketler dönemi 23 Şubat 2024 04:46
- Depremde Hatay’da ölüm sayısı ne kadar? Hatay’a, Adıyaman’a, Malatya’ya resmen ayrımcılık mı yapılıyor? 16 Şubat 2024 04:39
- Afetin, nemacılığın, timokrasinin ‘utp-usta öğreticilik’ hali: 890.920 09 Şubat 2024 04:53
- Deprem ve ülke yönetimi: Mütaşerik yönetimin ağır sonuçları 02 Şubat 2024 04:48
- "Karakter eğitimi" nedir: MEB, Bakan Tekin 1.3 milyon işçi çocuğu unuttu, "Çocukları bari tatilde çalıştırmayın" 26 Ocak 2024 04:45