25 Kasım 2016 01:00

Aynalara bakarak savaşı düşünmek

Aynalara bakarak savaşı düşünmek

Fotoğraf: Envato

Paylaş

932 yapımı Kırık Ninni (Broken Lullaby) filminin başında, kahramanı günah çıkarır. Fransa ordusu için savaşırken öldürdüğü bir adamdan dolayı vicdan azabı çekmektedir. Cebinden çıkan mektubunu okuduğundan beri ona bir yakınlık hissetmektedir. Almanya’ya gidip ailesiyle tanışmaya karar verir. Kendisini rahmetli Walter’ın bir dostu olarak tanıtır. Nişanlısı ve anne babası da genç adamı bağrına basar, etraftaki Fransız düşmanlığına direnerek. Bütün film boyunca seyircinin de paylaştığı yükten kurtulmaya çalışır. Nişanlıya itiraf eder, o da anne babaya söylememesini ister. Walter’in kemanını çaldığı sahnede filme hakim olan ölüm, kayıp, vicdan azabı, empati, bağışlama, ne varsa yoğunlaşır.

Kırık Ninni, Ernst Lubitsch isimli, memleketi Almanya’da sinemaya başlayıp, 1920’lerde Hollywood’a transfer olan ilk Alman yönetmene ait bir savaş draması. Ününü komedilere borçludur, Lubitsch dokunuşu adı verilen bir üslubu vardır. Zarif espriler, cinsellik, sonraları müzikal ögelerle daha çok dramın içindeki mizahı yansıtmadaki başarısıyla anılır. Bu sebepten iki savaş arasında yaptığı duygusal film, öteki işlerinden ayrılan, biraz kenarda kalmış bir filmi sayılır. Bugünün yönetmenlerinden François Ozon da sık sık başvurduğu mizahı bu filmi uyarlarken içeri almamış, dünyanın halini düşünmeye siyah beyaz bir çağrı yapmış.

Ozon’un Frantz’ı 84 yaşındaki filmin duygusunu korumaya çalışırken, odağını bir miktar değiştirmeyi deniyor. Seyirciye sürpriz yapmak istemiş, dolayısıyla yazının buradan sonrası sürprizi öğrenmek istemeyen okurlara göre değil. Tabii Kırık Ninni’nin konusunu bilenden saklanacak bir şey yok aslında. Yine eski Fransız askeri, Almanya’ya savaşta ölen bir adamın ailesinin yanına gidiyor. Tanışıyor, birbirlerini seviyor, hatta rahmetlinin nişanlısı Anna ile yakınlaşıyorlar. Ama oradaki gibi kahramanın derdini filmin başında seyirciyle paylaşmak yerine, başta sadece Adrien’in yalan söylediğini hissettiriyor. Aileyle tanışıp Frantz’ı arkadaşı gibi anlatmaya başladığında, işin içinde nasıl bir iş olduğu konusunda kuşkuya düşürüyor. Hatta iki erkeğin arasında romantik bir ilişki olabileceği ihtimali, yine sadece bir his olarak uzun süre devam ediyor. Giderek, ilk filmdeki gibi Frantz’ın kemanını çalma sahnesinde bütün duygular birbirine karışıyor, ancak film burada bitmiyor. İkinci yarıda, Adrien ile yakınlaşan Frantz’ın nişanlısı Anna’nın bu kez Fransa’ya gidişi, Adrien’le burada buluşması, onun annesinin tepkisiyle karşılaşması ile devam ediyor.

Ama doğruya doğru, son bölümlerin etkisi giderek zayıflıyor. Yine de Lubitsch’ten aldığı malzemeye yaptığı yorum, -“Ozon dokunuşu” diyelim- yabana atılacak gibi değil. Bir süre merakı canlı tutması, seyirciyi duygudan duyguya sürüklemesi, bilerek, o duyguların hepsini sorgulatmak için de yapılmış gibi duruyor. Adrien Frantz’ı öldürmüş olabilir mi, olmayabilir mi derken, öldürmüş olsa ne olur, öldürmemiş olsa ne olur diye de sordurmak misali. Çoğu siyah beyaz olan görüntüler kimi sahnelerde renklenirken bu duygu geçişleri ile düşünülünce, bir çeşit yabancılaştırma efekti olarak işliyor sanki. Işığın önemli ve değişken rolü, yakın planlar ve tabii ki, sık sık yansımaları izlediğimiz aynalar da öyle.

Manidar detaylardan biri; Frantz, yönetmenin ismi François gibi Fransızlığın etimolojik akrabası ama bir Alman ismi. Almanlar ile Fransızların birbirini düşünmeye çağıran, ağır bir film bu.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa