16 Kasım 2016 00:52

Bas mührünü ata kayyumu

Bas mührünü ata kayyumu

Fotoğraf: Envato

Paylaş

Onlara Sivil Toplum Kuruluşları deniyor. Özel duyarlılık örgütleri; vakıflar; kadın, yöre, engelli, veya çeşitli kesimlerin kurduğu dayanışma dernekleri; kültür merkezleri; meslek örgütleri ve aklınıza gelebilecek her durumla ilgili, bir arada durmak isteyenlerin toplandığı bilcümle çatı kuruluşları, demokrasinin olmazsa olmazları arasında yer alır. Bu STK’ler üyelerinin haklarını savunur, toplumsal bilinç veya farkındalık yaratmak için kampanyalar, etkinlikler düzenler, istatistik ve bilgi toplar ve nihayet temsil ettiği kesimlerin taleplerini dile getirmek için eylemler, hak kayıplarına karşı protestolar düzenler. 

Dört yılda bir kurulan sandıktan çıkan sonucun ancak genel bir eğilimi temsil ettiği, fazlaca detay içermeyen ve şerhleri kaydetmeyen “oy”un dinamik ve değişken bir toplumu hiçbir zaman tam ifade etmediği belliyken, STK’laer yoksa o toplum tekdüzeliğe mahkum edilmiş demektir. Ama sadece bu değil, onlar sayesinde irade beyanında bulunan veya bunun üstünden bir kez daha geçen halkın çeşitli kesimleri bu örgütlere sahip değillerse, idari ve siyasi işleyişe komuta edenler, onları oylarıyla işbaşına getirenlerin denetiminden yoksun kalır. 

370 derneğin kapatılmasına bir de bu noktadan bakmakta yarar var. Bursa’daki Panayır Mahallesi’nin kadın derneği gibi bir kuruluşun kapısına kadar bile uzanan el, açıkçası toplumsal talep ve denetleme gücünün önemli bir kaynağını mühürlemiştir. Öyle anlaşılıyor ki siyasi iktidar değişik gerekçelerle kurulan derneklerden ortaya çıkan talepleri duymak, bilmek niyetinde olmadığını ilan ediyor böylece. İfade imkanlarının kaldırılmasıyla taleplerin ortadan kalkacağı, birikmeden dağılacağı sanılıyorsa eğer, bu büyük bir yanılgıdır. Bu derneklere ihtiyaç duyan toplumsal kesimler var olmaya devam ettiği sürece talepler kendilerine ifade kanalları bulacaktır.

Daha fenası kapatılan derneklerin hepsinin hükümetin hoşuna gitmeyen dernekler olması, mühür muamelesinin hükümet yanlısı, kimisi açıkça yüz kızartıcı suçlardan töhmet altında kalan dernek ve vakıflara hiç değmeden yaşanmasıdır. 

Ama bu zaten hep böyle oluyor.

Boğaziçi Üniversitesindeki seçimlerde oyların kahir ekseriyetini alarak rektör seçilen Gülay Barbarosoğlu ataması yapılmadan aylarca bekletildikten sonra, üniversite ahalisinin yüzüne baka baka, seçim sürecinden geçmeyen bir başkası rektör olarak atandı. Barbarosoğlu barış bildirisine imza attığı için tutuklanan, aynı üniversiteden meslektaşı Esra Mungan için adalet talep etmiş ve bunun için Başbakan Davutoğlu’ya kadar bir dizi isimle görüşmüştü. Onun rektörü olduğu üniversitenin bir üyesi için “rahatını bozması” görülüyor ki rahatsızlık kaynağı olmuş. Ne var ki bu rahatsızlık AKP vekilinin kardeşi olduğu söylenen Prof. Dr. Mehmed Özkan iktidar tarafından rektör olarak (Boğaziçililer haklı olarak kayyum atandığını söylüyorlar) seçilirken hiç mi hiç yaşanmadı. 

Her lafına millet iradesine övgüyle başlayanların tanıyabilecekleri bir iradeyi her sandıktan çıkarmak mümkün değil! O halde bu durumla barışık yaşayamayan bir zihniyetin sandık, irade, seçim vb. gibi kavramları ağzına hiç almaması gerekiyor. Ve süreç de aslında, ne yazık ki, oraya doğru gidiyor. Kayyum atama yöntemi böyle seçimsiz/seçeneksiz bir düzenin başlangıcıydı ve giderek her durumda uygulanır hale geldi. 

Bu iş iş değil. Mühürle! sonra kayyum ata! sistemiyle bir düzen abat olamaz. Olsa olsa toplumsal gerilim yoğunlaştırılır, fay hatları derinleşir; ülkenin iki yakası bir araya gelmez. Bunları söylemenin bir faydası da yok elbette, yapanlar elbette bu resmi görüyorlar. 

Dernekler mühürlenir, sadece belediyelere değil, kamudan atılan her memurun yerine neredeyse bir kayyum atayarak durum derinleştirilirken duyulabilen tek ses kendilerininki olsun istiyorlar.

Ama olmaz. Beyhude bir beklenti bu. Çünkü hiçbir zaman olmadı.     

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...